;parmaklarımın arasındaki sigarayı bu defa dudaklarıma sıkıştırmak üzere yüzüme yaklaştırırken balkondan aşağıya sarkıtıyorum vücudumu. soğuk ve kurumuş kan izlerinin olduğu, üzerinde örümceklerin kendine ağ yaptığı mermerden tek elimle destek alırken biraz eğilmem ile rahatlıkla gözüken alt balkona bakıyorum. kim taehyung oradaydı. ay ışığı, bal köpüğü saçlarını parlatıyor, öpülesi teninin herbir zerresini ona dokunmam için dil döker hâle getiriyordu.
taehyung diye sesleniyorum ona, sigaranın külleri esen rüzgarla beraber savrulup onun balkonuna doğru bırakırken kendini, çıkan sözcükler de ağzımın içinden kayıp atlıyor adeta aşağı kata. fakat o dua ediyor.
her gece gökyüzünü seyre daldığı balkonunda dualar ediyordu. belki hiç bilmediğim, adını sanını duymadığım eski bir aşığınaydı bu yakarışları. belki de ruhunu alması için yalvarırdı tanrı'ya, her gece ağıtlar yakardı göğüs kafesine sıraladığı acılarıyla.
ben nereden bilebilirdim taehyung'u? bazenleri odasından çıkmazdı üç gün. sokağın aşağısındaki katedralin önünde dururdu, yanından geçenlere ve geçenlerin bakışlarına aldırmadan ağlar, mırıldanır, okurdu.
"kim taehyung, insanların duyularına güvenilip öğrenilen hiçbir senaryo tanrıların huzuruna sunulmamalı."
sarktığım mermerden aşağıya duyurmaya çalışırken sesimi, dibine ulaştığım sigaramı söndürüyorum ve devam ediyorum,
"senin için dua ediyorum taehyung. şafağa kadar eros'a, şafaktan sonra da hera'ya."
afrodit'e sesimi duyurmama gerek yok çünkü sen zaten çok güzelsin.
apollon'a da dua edemem, üzülmesin, darılmasın ama edemem işte. ne yaparım seni çok beğenip elimden kapmaya çalışırsa?
zira sen bile duymazken sesimi tanrıların yanıtlarını beklemek büyük kabalık. çünkü sen benden yana hiç bakmıyorsun. dudaklarını usul usul kıpırdatmaya, birleştirdiğin ellerini sıkmaya devam ediyorsun. parmaklarının eklem yerleri beyazlaşmış, neredeyse süt beyazı denilecek raddede. uzun parmaklarının kemikleri tam aksine karanlık damarlarla çevrelenmiş, içinde akan kan ise insan olmanın verdiği dayanılmaz ve durmak bilmeyen mücadele ile savaşıyor.
tanrısına bu kadar bağlı olmasına rağmen öylesine şeytansı duran kim taehyung tanrının ta kendisiydi belki de. ya da o kadar acımasız ve berbat birisiydi ki benim taptığım tanrının kabuslarını süsleyip onu intihara sürükleyebilirdi.
onun ruhuna ektiğim çiçeklerden bihaberdi taehyung. gece yarısı o uyurken, geçen yazdan beri kestirmediği dalgalı saçlarının arasına turuncu çiçekler iliştiren bendim, saç tutamlarını okşayan, parmaklarıma dolayıp bırakan bendim. tüm bu yaptıklarımı bilse bayılabilirdi, korkudan ve endişeden dolayı kimseyle konuşmayabilir; kendisini kiliseye kilitleyip günlerce aç susuz kalabilirdi. çünkü öyle biriydi. ideallerine ve kahvesine çok bağlıydı. bir aşk hayatı yoktu. hoş, bir hayatı da yoktu. onun konuştuğunu hiç duymazdım fakat çok iyi bilirdim kuzeyden geldiğini belli eden aksanını.
onu izliyor, şafak sönerken onunla dua ediyordum. aslında ben inanmazdım tanrı'ya falan, bir yalandı benimkisi. yalnızca ona ayak uydurmaya çalışıyor ve dikkatini bir saniye olsun kendi üzerime çekip gerçekliğinin tam da yukarısında, baktığı yerde bulunduğunu ona göstermek istiyordum. malum, onu diliyordum hiç saydığım tanrılardan. kiraz çiçeği dudaklarının kadifeliğini bir kez olsun hissetmek, teninin kavurucu yaz sıcağıyla terlemek istiyordum.
ben onun okyanus sessizliğini dinlemeye dâhi razıydım fakat o benim yanımda durmak ister miydi, sıkılır mıydı, emin değildim. oysa beraber şu ana caddeden geçen insan kalabalığını seyredip beyaz şarap yudumlarken ona ölümden ne denli korktuğumu anlatmayı istiyordum. o ise bana dönüp yargılayıcı şekilde bakar, tek kelime etmezdi söylediklerime. hayatın kavisleri ve kasisleri arasında sarsılmış ve yorulmuş bir bedendi çünkü. o bunları benimle konuşmasa da, duygularını yanlış ve hak etmeyen insanlara çok önceden şehit etmiş olduğunu tahmin etmesi zor değildi.
çünkü taehyung'un zihninin içi ıslak bir çöl gibiydi. tapındığı tanrısına hak etmediği şeyleri kendine yaşattığı için söver durur, ardından da ondan medet umardı.
aklında ördüğü ağları öğrenmeyi diliyordum. onun vasat olarak tanımladığı düşünce silsilelerin herbirini öğrenmek, anlamak için parçalara ayırırdım kendimi eğer izin verseydi. onun her anını yakalayıp tutmak için parçalardım ellerimi ve hepsi ona özel, ondan ibaret olan parçalar olurdu bunlar.
göz ucuyla bana bakıyordu bazenleri. bu tamamiyle farazi ve benim ayakta kalmak için tutunduğum bir fikir de olabilirdi fakat gerçeğin böyle olduğunu düşünmek istiyordum çünkü kim taehyung, benim yalanı ve gerçeği ayırt etme yetimi elimden alacak kadar kör ediciydi.
diğer hiçbir şeye bu kadar ilgili değilken o, o ve çehresi, o ve vücudunun kıvrımları, kehribar gözleri ve esmer teniydi göz kapaklarıma çizili olanlar. çünkü gözlerimi her kapadığımda canlanıyordu en sıcak hâliyle.
esen ılık meltem saçlarımı yüzüme dağıtıp tenimi okşayınca irkiliyor ve kendime geliyorum. taehyung, beni seyrediyor.
"kim taehyung, benim için de dua ettin mi?"
ben alayla konuşunca bakışlarını kaçırıyor üzerimden bu defa. artık ilgisi bende değil. hatta çok değil birkaç dakika sonra içeriye adımlıyor ve balkon kapısını örtüyor. bedenimi serbest bırakasım geliyor lakin eğer bunu yaparsam kendini taehyung'un balkonuna atacak.
bu sebepten ötürü çekiyorum kollarımı yasladığım mermerden ve duvarın dibine çöküp oturuyorum. ve o gece, çok sevdiğim bu ruhun benim olması için yalvarıyorum gökyüzünü paylaşan tüm tanrılara.
;