;bu sabah saatlerinde jimin ile dairede kahvaltı ederken yaptığımız sohbet aklıma doğdu birden. ben vişne reçelini incelerken ve içindeki taneleri tek tek ayırırken o bu yaptığımı garipsememeye çalışıyor ve konuşuyordu,
"aşk çok yanıltıcıdır. nasıl emin olabiliyorsun bu denli? sen hep demez misin, aşk, insanları onları öldüren şeylere tutunmasını ve tapınmasını sağlar; çok korkunç ve geri dönülemez bir duygudur, diye."
vişne tanelerinin birkaç tanesini çatalım ile ezdiriyorum. bu kırmızının çok güzel bir tonu, baktıkça bakasım geliyor. taehyung için dökeceğim kanların yalnızca bir kısmı tabağıma saçılmış durumda. jimin'in sözlerini
düşünüyorum, aşkı düşünüyorum, barizce kim taehyung'u düşünüyorum.çünkü aşk hakkında bildiğim tek şey oydu.
"ben jeon jungkook, aşkıma karşılık vermese de, elleri geceleyin gizlice boynuma dolanıp ihanet etse ve beni öldürse de taehyung'u seveceğime ant içerim." gülüyor sözlerime. sen zaten onun aşkıyla yanıp tutuşmaktan ölmüşsün der gibi bakıyor yüzüme ve haksız sayılmaz.
sabahki hatıram ile zihnimde canlanan vişnelerin kanı, ellerime sıçramış ve büyük bir cinayet işlemişim gibi etrafı kolaçan ediyorum. evdeyiz fakat buna rağmen taehyung'dan başka kimsenin olmadığından emin oluyorum. bu mümkünmüş gibi, kan ellerimi gerçekten kirletmişçesine gömleğime sürüyorum parmaklarımı ve temizliyorum.
terastan dışarıya bakıyorum. kilisenin kapısı açık kalmış. belki de gece boyu sokakta kıvranan ateistlere ev sahipliği yapmıştır.
"saçma değil mi?"
irkilip karşımdaki duvarla birleştiriyorum gözlerimi. taehyung'un sesini duymak beni her seferinde, ilk defa girdiğim bir nehirde bütün geçmişimden arınmışım gibi, taptaze ve saf hissettiriyor. ne anlatıyordu ki? normalde herbir kelimesini çok dikkatle dinlerim fakat bugün kafam ayrı bir telaşe içerisinde, beyin kıvrımlarda binbir atlı dolaşıyor ve hepsi bir yerlere yetişmeye çalışıyor. kendi yolumu bulmaya çalışırken çekilin diyorum hepsine lakin kalabalık ve gürültü o raddeye gelmiş ki kendi sesimi de kaybediyorum çok geçmeden.
"jeongguk, sana diyorum. saçma değil mi?"acaba neyden bahsediyordu?
"hm, çok saçma." mırıldanıyorum ona bakmadan. geçtiğimiz hafta ilk defa taehyung'un dairesine girdim. bugün, onun gri koltuklarında oturmamın üçüncü seferiydi. griyi neden bu denli sevdiğini sormuyorum fakat cevabını biliyorum. duvardaki orta çağ tablolarıyla bakışmamın, köpeğinin ayağımın dibinde dolaşmasının üçüncüsüydü. bayılacak gibiydim birdenbire benimle konuşmaya başladığı için. oyun mu oynuyordu benimle yoksa? kalbimi mi kırmaya çalışıyordu? çünkü emin olsun, kırılırdım. çok fena kırılır ve darılırdım.
acısından hastalanıp bu genç yaşımda yataklara bile düşebilirdim. ağzından çıkıp kulaklarıma erişecek tek bir sözcük yeterliydi üzerimde böyle bir tesir yaratması adına. elinde tuttuğu güç, çok kudretli ve yüceydi tam da bu yüzden.
"her neyse, ne diyordum? işte, bu hayata karşı gereksiz beklentiler içerisine girmenin sonucu sanırım. her yaş günümde, etrafımda toplanan insanları zorla tutuyormuş gibi hisseder, bir an önce gitmelerini dilerim. ve bu insanları hayatımda oynayan paralı aktörler olarak hayal ettikçe, hiçbirinin beni hiç mi hiç umursamadığını, berbat bir oyunculuk sergiledikleri fikrine kapılırım. elbette böyle bir paranoyaklığın beni insan içine karışmaktan alıkoymaktan başka bir işe yaramayacağını biliyorum. ama bu tarz meselelerde optimistik olabilmeyi elden kaçırıyorum."
karamsarlığına bile bayılıyorum, o söylenip dururken ağzının içine düşesim geliyor. beni de pesimistliğiyle yoğursun, melankolisiyle harmanlasın istiyorum. bakın, tüm bunlar size bayağı geliyor olabilir. zira siz, kim taehyung'u benim tanıdığım gibi tanımazsınız. benim irislerimde hayat bulan cüretkar bedenini bilmezsiniz. gece yarısı akciğerlerime dolan havasını bilmezsiniz ama benim burnumun ucunda tüter hep teninin tuzlu kokusu.
ve benim gibi sevemezsiniz onu, burada anlaşalım ilk önce.
çünkü ben taehyung'u yalın bir şekilde seviyorum. yapaylıktan uzak, çok samimi ve sade seviyorum. onu kirletmeye korkuyorum. bu satır aralarında onun adını yazarken kırk takla atıyor kalem tutan parmaklarım, adı geçiyor diye buruşturup köşeye atmaya kıyamıyorum kağıtları. eğer bunları okusa o da diğer herkes gibi abarttığımı söyleyecekti,
ama taehyung'un en fani, en salt formuna karşı böyleydim ben.
neyse işte, ben taehyung'u birkaç senedir tanımama rağmen evine bu hafta girdim ilk kez. nasıl tanıştık tam olarak anımsayamıyorum, sanırım ben onun çalıştığı üniversitenin sanat departmanına gidiyordum bir iş için, yolu gösterdi bana. görünce anladım alt komşum olduğunu, dile getirdim. ilk vakitler bana şimdiki kadar kaba değildi ne de olsa. ama bunun sebebini de anlayabiliyorum, sakın ola kızmayın taehyung'a. bozuşuruz.
falezin ucundayım ve endişelerimin tükenip taehyung'un başladığı yerden atlayasım var. bu karanlık bir oda, belki ortasında bir piyano bulunan. serenatlarımı yazdığım, gökteki meleklerin eşlik ettiği, keman seslerinin yükseldiği bir oda. keman sesleri bir tek, taehyung bakış açıma girdiğinde yükselirdi.
sigaramdan rahatsız olmuş belli, başını yana atıyor. fakat bordo rengi gömleğine çoktan kendi kokumu sindirmişim, yaptığı oldukça anlamsız. bedenlerimiz arasına bir sınır çizgisi gibi yerleştirdiği uzun parmaklarına dokunmamak için direniyorum, bir bilseniz, neredeyse ateşim çıkmış durumda. taehyung ise çok soğuk, bakışları buzlaşmış, kristalize olmuş ve burnunun ucu kızarık. içten içe bana kızıyor. onu sevdiğim için bana öfkeleniyor çünkü karşılıksız bırakmak zorunda beni, malum onu da kendimin beraberinde korkunç bir günaha sürükleyeceğimi düşünüyor. hastalık kaparmışız sanıyor, ölürmüşüz sanıyor ama dediklerimi bir dinlese anlayacak zaten benim kalbim onun avuçları içinde olmasa atamaz.
tam bir kalp hırsızı diyorum içimden.
akşamki tiyatro gösterime çağırmak istiyorum onu, davet etmek için kullanılacak doğru sözcükleri bulamıyorum. terasın demirlerine konmuş bir kuşu seyrediyor, ben de onun kirpiklerini sayıyorum acele etmeden.
"taehyung, ben çocukken herkes çift yaratılır sözünü çok yanlış anlamıştım. benden uzakta, bir tane daha ben olduğunu, her şeyimi onunla paylaştığımı düşünürdüm. ben üzüldüğümde onun da üzülmemesi için ona seslenebileceğimi sanardım. ona bir şey olmaması için geceleri dualar ederdim.
büyüyünce gelip onu bulacağıma dair söz vermiştim. ve şimdi, sözümü tuttum."
taehyung'un gözlerindeki buz erimiş ya da yalnızca bana öyle geliyor çünkü kirpikleri ıslanmış.
"sadece, bazenleri, seninle aynı gökyüzüne baktığımız fikri beni ayakta tutuyor. gariptir ki küçükken diğer ben için de aynısını düşünürdüm. ben en gerçekçi yalanları söylesen bile sirenleri kıskandıran sesini dinlemek için inanırım sana. bir gün benimle konuşmak istemezsen, seve seve dinlerim okyanus sessizliğini. ama sen beni duymak zorundasın. çünkü ben senin kıyılarında nefessiz kalıncaya dek sadece sana sesimi duyurabilmek için koşuyorum."
istediklerim belki de bencilceydi. taehyung'un ne hissettiğini umursadığım, fikrini aldığım yoktu, konuşup duruyordum işte. bu tavırlarımı bozuk plağa benzetirdim, sürekli onu ne kadar sevdiğimden bahseder dururdum. çünkü ben uyurken bile adını sayıklıyordum, dilimin altına saklanıp yatmış sevgi sözcükleri onun için söylenmeyi bekliyordu. taehyung bana sus dedikçe artıyordu içimdeki istek.
peygamber sabrı vardı taehyung'da. teşekkür etmeliydim bana dayandığı için.
sesin evimdi taehyung. çok az konuşurdun sen ama ben ağzından laf almak için yalvarırım sana hep.
;