"Girdiniz mi halvete?" Mustafa yanındaki arkadaşına sinirle bakarken omzuna bir tokat indirmişti. "Şöyle ulu orta söyleme, cümle âleme duyuruyorsun." Sinirle homurdanarak karşısındaki dostuna bakarken adamın onu pekte ciddiye aldığı söylenemezdi.
"Cümle âlem duydu duyacağını, değil saray taşraya bile taştı. Sen hele söyle oldu mu, olmadı mı?" Mustafa sıkıntıyla bir nefes alırken bu konuyu konuştuğu için nedensizce utandığını hissediyordu oysa eskiden hiç utanmazdı. "Olmadı."
Dudaklarını ısırırken ona gözlerini kısarak bakan arkadaşına baktı, inanmamıştı. "Olmadı diyorum Ahmet, sadece eliyle birde.." Ahmet susan arkadaşına baktı ve kafasını salladı devam etmesini ister gibi, oldukça merak ediyor ama arkadaşı saatlerdir dil dökmesine rağmen merakını gidermiyordu. "Birde? Delirtmesene adamı Mustafa!"
Mustafa sinirle solurken önündeki içkiyi ağzına götürdü, elbette legal olmayan bir mekandalardı çünkü müslümanların içki içmesi yasaktı ve cezası ölüme kadar gidiyordu. "Ağzıyla işte oğlum, konuşturma beni hâlâ garip geliyor." İçkisinden bir yudum alarak devam etti, "Koskoca padişah oğlum! Halife, Devlet-i Aliye'nin hükümdarı bana bakmış lan bana, köylü bir Miralay'a." Aklı sır erdiremiyordu hâlâ Mustafa'nın.
"Bakmış mı bakmış, siktir et. Sırtın yere gelmez işte oğlum. Kontektüel neydi lan o?" Mustafa sırıtarak arkadaşının birkaç gün önce gelen yabancı heyetten öğrendiği kelimeyi söyledi. "Konjektürel ittifak." Ahmet hızla onaylamıştı arkadaşını. "Hay ağzını yiyeyim, ondan işte."
Ahmet'in bu hâli durgun olan Mustafayı biraz olsun kendine getirirken tam da güldüğü sırada sohbetleri bölünmüş Mustafanın bakışları karşısındaki masayı bulmuş ve ağzı aralanmıştı elindeki alkolü ağzına götürdüğünde. Karşısındaki masada tebdili kıyafet ile Selim oturuyordu, hani şu padişah olan.
Ahmet dudakları aralanan ve dikkatle arkasına bakan arkadaşına kaşlarını çatarken aralık dudaklara tokat atmış ve Mustafa'ya laf söylerken Selim'in sinirle gerilmesine sebep olmuştu.
Mustafa karşısındaki adamdan gözlerini zar zor ayırdığında kendini toplayarak arkadaşıyla ettiği sohbete geri dönsede beyni 'selim burada' diye bağırıyordu ama hayır bunu kimseye çaktırmaması gerektiğinin farkındaydı. Neyse ki Ahmet daha önce padişahın yüzünü görmemişti, yoksa o geveze her şeyi iki dakikada belli ederdi.
Selim'in üstünde olan gözleriyle Mustafa diken üstünde otururken en sonunda elini ve yüzünü soğuk suyla yıkamak için helaya ilerlemişti. Arkasından ise onu birinin takip ettiğini söylemeye gerek yoktu herhalde, eh işte her zaman ki Selim.
Mustafa ardından kapanan kapı ve fayansa yapışan bedeniyle küçük bir inilti bırakırken Selim'in alevle harmanlanmış gözleri dudaklarını sertçe kavramıştı. "Bunların sahibinin kim olduğunu biliyorsun değil mi paşa?" Mustafa gözlerini kapatırken başını sallamıştı usul usul nedense her an ölüm emri çıkacakmış gibi hissediyordu. "O zaman elin iti neden dokunuyor!"
Selim'in gür sesi dar alanda yankılanırken Mustafa karşısındaki adamı sakinleştirmek ister gibi koluna sarmıştı parmaklarını. "Padişahım kardeşimdir Ahmet, düşündüğünüz gibi bir şey değil."
Mustafa'nın sözleri Selim'in sinirini geçirmeye yetmezken parmakları hâlâ kalın ve kaslı kolu kavrıyordu. "Bir daha saraydan benden izinsiz çıkmayacaksın."
Mustafa duraklasada en nihayetinde onaylamıştı karşısındaki adamı, Selim onun padişahı, hükümdarı, komutanıydı 'emir demiri keserdi' kendisi bunun en canlı kanlı örneği değil miydi, itiraz etmeye hakkı var mıydı ki?
Bu durumun sonradan canını daha çok sıkacağını ve bu yakınlıktan soğuyacağını hissetsede yapabileceği hiçbir şey yoktu. Selim padişah yerine veziriâzam dahi olsa yıkardı ortalığı, böyle bir ilişkiye girmezdi. Gücü yetmese bile onun o kıvrak beyni yeterdi ama işte elleri burada bağlanıyordu, karşısındaki adam padişahtı ve Mustafa'nın değil karşı çıkmaya, karşı çıkmayı düşünmeye bile hakkı yoktu. İşte o zeki beynide burada işe yaramaz bir hâle geliyordu.
"Aferin, benim güzel oğluma." Selim'in kalın sesi kulaklarına dolduğu an dudakları da dudaklarını doldurmuştu. Mustafa ağzını aralayıp dudaklarında gezinen dili ağzının içine kabul ederken Selim'in kolları Miralayın sıkı kalçalarını çoktan kavramış, dudaklarından çenesine indirdiği dudaklarıyla dolu bir öpücük bırakıp geri çekilmişti. "Biraz daha iç ama sarhoş olma. Hanın arka kapısına gidersin işin bitince. Senin için birini bırakacağım."
Mustafa yine kafasıyla onaylarken dudaklarının üstündeki ıslaklığı yalayarak belki de şu zamana kadar hiç olmayan o cüretkar bakışıyla bakmıştı padişaha. "Bugün muhallebini yedin mi?" Çenesine sarılan parmaklar sakalsız yüzünü okşarken gözleri adamın sakallarındaydı dün gece o sakallar nerelerinde gezinmişti, bu düşünce bir an için içini ürpertti. "Yedim padişahım, bu sefer ki daha tatlıydı." Bu yalan değildi, bugün yediği muhallebinin tadını hâlâ ağzında hissediyor, özlem çekiyordu. "Senin gibi."
Selim kelimelerini uzatmak istesede duygularını sadece iki kelimeyle özetlemiş çocuğun güzelliğine karşı kurabileceği tüm mısraları içine atarak sadece çocuğa bakmaya devam etmişti. Oysa içine attığı o mısralar gözlerinden taşıyordu ama Mustafa bunu anlayamıyordu, o gözlere bir kez olsun Selim'in ona baktığı gibi bakmıyordu. Karşısındaki adamın Padişah olduğunu bir kenara bırakıp onun kişiliğini tanımaya çalışmıyordu. Bu Selim'in içini yaksada belli etmiyordu çünkü kendiside üstüne yapışan ve hayatının sonuna kadar taşıyacağı bu ünvanı bir kenara bırakamıyordu, bırakamazdıda.
Birkaç dakika daha yan yana geçirselerde Selim zaten işini yarıda kesip bir anda buraya geldiği için bu çokta uzun sürmemişti. Mustafa da biliyordu Padişahın yarın sefere çıkacağını ve bunun için günlerdir bir hazırlık olduğunun. Hatta son günün telaşesi ile Mustafa işten neredeyse iki saat geç çıkmak zorunda kalmıştı ama neyseki Ahmette geç çıktığı için arkadaşını bekletmiş olmamıştı.
Her şey çoktan hazır olsada Selim son kontrolleri yapmak ve tüm olasılıkları birkez daha gözden geçirmek istiyordu, son dakika sürprizi olsun istemiyordu. O yüzden yarım saatlik molasının ardından tekrar salonuna dönerek vezirini çağırmış ve açtığı haritadan olasılıkları konuşmaya başlamışlardı.
Zaten tüm gecesini güzel Miralayına ayıracağı için yanından bir miktar erken ayrılmayı sorun etmiyordu, bu gece zaten o birkaç dakikanın özlemini kapatacaklardı uzun bir şekilde. Miralay ona gelmiyorsa o kendisi alacaktı güzel çocuğu, ne de olsa o padişahtı ne isterse alırdı.