1. Bölüm - Tarifi Olmayan

84 9 9
                                    

1. Bölüm - "Tarifi Olmayan"
Müzik: Beethoven - Ayışığı Sonatı

Gözüme vuran Güneş ışığı yetmiyormuş gibi kulağımın dibinde 4. kez çalan alarmımın sesiyle açtım gözlerimi. Şu alarm olmasa hayatım gerçekten daha güzel olacak gibi. En azından böyle olacağını umut ediyorum. Yatağın içinden çıkıp ayaklandıktan sonra, alarmı kapattım ve telefonu cebime koydum. Sonrasında elimle gözlerimi ovuşturmaya ve lavaboya yürümeye başladım. Ansızın önüme çıkan duvarla burun buruna yakın temas kurduktan sonra anlık acıyla bağırdım ve gözlerimde tuttuğum elimi hızla burnuma getirdim. En hassas olduğum durum. İntikamını benden böyle alamazsın Güneş! Gerçekten çok acımasız bir güne merhaba demiş olmalıydım. Oysa Güneş'e çok söylenmediğimi düşünüyordum. Fakat az bile demişim. İnsanları sabah alarmıyla birlik olup huzursuz eden, içlerine hafta içi sendromu yerleştiren bir düşmanı kim severdi ki? Lavabonun kapısına burnumun sızlamasını çeke çeke geldikten sonra kapı kolunu elimle kavradım ve açıp içeri girdim.

Aynanın karşısında ruhu çekilmiş, göz altı torbaları sarkmış ve burnu hafif kızarmış kızla bakışırken bu ızdıraba daha fazla dayanamadım ve musluğu açıp suyu yüzüme hızlı bir şekilde çarpmaya başladım. Musluğu kapatıp elime aynanın yanındaki duvarda asılı olan havluyu aldıktan sonra havluyu yüzüme yavaş dokunuşlarla bastırıp geri yerine astım ve lavabodan çıktım. Rotamız neresiydi? Tabii ki mutfak. Sabah kahvaltısı mı? Hayır...

Mutfağa girdikten sonra buzdolabının kapağını açtım ve en alt kısımda su dolu olan cam şişeyi çıkarıp kafama dikmeye başladım. Boğazım yanıyordu, muhtemelen hasta olacaktım ama bunu yapmam gerekiyordu. Boğazlarım ancak böyle rahatlıyordu. Her ne kadar aileme maddi anlamda destek çıkacak kadar büyümüş olsam da ben hâlâ annemin söz dinlemez kızı, babamın ise kafasına koyduğunu yapan Eliz'i olarak kalacaktım... Cam şişenin içindeki su dibine kadar azaldıktan sonra hiç suçluluk hissetmeden şişeyi geri yerine koydum ve buzdolabının kapağını kapatıp hemen yan odadaki salona geçtim. Kendimi tıpkı aile evimdeki gibi koltuğa 'küt!' diye bıraktıktan sonra cebimdeki telefonu çıkarıp 10 saniye ekrandaki; 'Annem adlı kişiden 3 cevapsız arama' yazısıyla bakıştım. Şaka yapıyor olmalısın değil mi? Hem de cevapsız arama 09:30'da gelmişti. Şu an saat 11:40'tı... Alarm sesini 4. kez de olsa duymuştum ama annemden gelen bu 3 cevapsız aramayı neden duymamıştım?

Yapacağım şey belliydi. Kampüste olduğumu, bu yüzden telefonu açamadığımı söyleyecektim. Keşke gerçekten kazandığım üniversiteye gidebilseydim de aileme bu yalanları söylemek zorunda kalmasaydım. Tamam, belki yalanımın nedeni belliydi ve gayet geçerli bir sebepti ama yine de dürüst olmak, özellikle aileye karşı dürüst olmak çok önemliydi.

Akşamları mağazalarda ürün etiket sayımı yaparak sürünmek kötü bir fikirdi kabul ediyorum. Ama oradan aldığım para staj parasına göre çok daha iyiydi ve o para babamın tedavisine tam anlamıyla ay sonu beni sıkıştırmadan yetiyordu. Fakat tek derdim keşke ay sonu maddi anlamda sıkışıp sıkışmamak olsaydı. Babamla İzmir yolunda geçirdiğimiz kaza daha dün gibi aklımdaydı. Tam 2 saat arabanın içinde çaresizce yardımı beklemiştik. Umutların tükendiği o günü asla aklımdan silemiyorum... Belki bazı geceler ben bir şekilde rahatça uyuyabiliyorum ama babam... Kaza yüzünden belinden aşağısı felç kalan babam nasıl uyuyor hiç bilmiyorum. Psikolojisi ne durumda onu da bilmiyorum. Onu bu hâle getiren şey kaza değil, kızının anlamsız İzmir ısrarıydı. Eğer ben tercihlerde özellikle burayı istememiş olsaydım hikayem Eskişehir'de de devam edebilirdi. Dünyanın sonu değildi ya sonuç olarak. Neden burası için bu kadar ısrar ettim ben bile bilmiyorum. Başımıza bunlar gelince akıllandım ama onca yaşanmışlığın sonucu burada kalmak istememem en başta babama hakaret olurdu. 3 sene boyunca yalnızca çalıştım, işlerden işlere koştum. Ve son durak... Mağazalarda ürün etiket sayımı. Benim yeni kazanç yerim. Geçtiğimiz sene burada işe başlamıştım ve benden gayet memnunlardı, ben de aynı şekilde onlardan memnundum.

Annemi daha fazla meraktan çatlatmadan WhatsApp'a girdim ve mesajı yazmaya başladım. "Anneciğim aramalarına dönemedim çok özür dilerim. Kampüsteyim, yoğunluktan açamadım. Akşam döndüğümde mutlaka arayacağım... Seni çooook seviyorum." Mesajı aynen gönderdikten sonra uzandığım koltuktan kalktım ve tekrar odama yürümeye başladım. Üzerimi giyip kitapçıya gidecektim. Ne de olsa bütün gün evde boş boş oturamazdım. Elbet uğraşacak bir şeyler bulmalı ve canımın sıkıntısını gidermeliydim. Bunu da kitap okuyarak halledecektim. Mağazaya gidiş vaktim akşam, müşterilere kapanışa doğru olduğundan gündüzleri bir şeyler yapmak istiyordum. Tüm gün evde akşamı beklemek elbette ki sıkıcı oluyordu ama iş seçeneklerim arasında en bana uygunu şu an için buydu. Fabrikaların iş saatleri bana hiçbir yönden uymuyordu. Pasta börek işleri de olmazdı çünkü yemek yapma konusunda oldukça acemiydim. Bu yüzden gündüz işlerine gidemiyordum ve aileme kampüs yalanını söylemek zorundaydım. Ailemi kandırmak hiç içime sinmiyordu ama hepimizin iyiliği için bir süre daha böyle olmak zorundaydı...

Odaya girdiğimde telefonumu yatağın üstüne attım ve üstümdekileri çıkarıp dolaba yöneldim. Dolabın kapağını açtıktan sonra V yaka yeşil tişörtü ve mavi kot pantolonu çıkarıp, tişörtü yatağın üzerine bıraktım. Pantolonu bacaklarımdan bel kısmıma çekip giydikten sonra elime tişörtü aldım ve onu da üstüme giyip tişörtün ön kısmını pantolonun düğme bölgesinin içine sıkıştırdım. Evet şimdi geriye saçlar kalmıştı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra aynalığın karşısına oturdum ve elime tarağı alıp birkaç saniye bakıştım. Saçlarım yeterince karmaşık ve birbirine girmiş durumdaydı. Düz hâle getirmek acısız olmayacak gibi görünüyordu. Tarağı yavaş şekilde saçımda gezdirmeye başladığımda canımın yanmasıyla bağırdım ve tarağı saçımdan çekip bu sefer hiç durmadan sert bir şekilde taramaya başladım. Annemin taktiğine küçükken ne kadar kızsam da kadının bir bildiği varmış demek ki...
"Ahh! Azıcık kaldı Eliz, hadi..."
Evde çıkardığım sesleri duyan komşular ne düşünüyordur kim bilir. Neyse ki canımı daha fazla yakmadan saçlarımı tarayabilmiştim. Tarağı hızlıca, öfkeli bir şekilde aynalığın önüne attıktan sonra elime siyah lastik tokamı aldım ve saçlarımı arkadan topladım. Topladığım saçları tokayla tutturduktan sonra tokayı saç dibime kadar ittirdim ve aynalığın başından kalkıp dolaptaki çekmeceme yöneldim. Çekmeceyi açtıktan sonra pembe babet çoraplarımı çıkardım ve; "Gerçekten bu gün bunları mı giymemi istiyorsun evren?" dedim. Hafif sırıttıktan sonra çorapları çıplak ayaklarıma sırayla giyindim. En azından tatlı görünüyorlardı ama başkaları bu rezilliği görmeyecekti.

Odadan çıkmaya yöneldiğimde yatağın üzerinden telefonumu aldım ve evin kapısına yürümeye başladım. Kapıyı açtığımda askılıktan küçük siyah el çantamı alıp, kapının arkasından anahtarı çektim. Beyaz spor ayakkabılarımı askılığın ayak ucundan aldıktan sonra kapının eşiğine 'pat!' diye bıraktım. Ardından anahtarı ve telefonu çantamın içine koyup ayakkabılarımı giymeye yöneldim. Önce sol ayağı sorunsuz bir şekilde ayakkabıya soktuktan sonra sağ ayağa geçtim. Sağ ayağa ayakkabıyı sokarken biraz zorlanmıştım ki dengemi kaybedip sendelemiştim. Son anda duvardan aldığım güçle dengemi toparlayıp doğruldum. Sağ ayağa da sorunlu ama güzel bir şekil de ayakkabıyı geçirdikten sonra artık gitmeye hazırdım. Evin kapısını örttükten sonra merdiven basamaklarından aşağı inmeye başladım. Apartman kapısını açtıktan sonra dışarı adım attım ve etrafımı arabalardan kontrol edip kitapçıya doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada yerden kırıntı alıp uçarak uzaklaşan serçeler dikkatimi çekmişti. Onlara gülümsedikten sonra karşıdan bana doğru gelen üst komşum Selma Teyze'ye bakmaya başlamıştım. Başımı merhaba anlamında tebessüm ederek salladıktan sonra ilerlemeye devam ettim. Sokağı döndükten sonra ileride öpüşen çifte takılmıştı gözüm. Bu sefer de buruk bir gülümsemeyle onlara bakmaya başlamıştım. Ne kadar güzel yaşıyorlardı hayatlarını. İkisi de oldukça hâlinden memnundu. Seviyorlardı birbirlerini, belliydi. Ne güzel bir şeydi aşık olmak, sevmek, saf duygular beslemek, sevdiğini öpmek, sarılmak, onun kokusunu içine çekip başını omuzuna yaslamak. Hepsi birbirinden güzel ve yaşanması gereken duygulardı...

Kitapçıyı karşımda gördükten sonra arabaların geçmesini beklemeye başlamıştım. Yol bana kaldığında tereddüt etmeden ilerlemiş ve kapıdan içeri girmiştim. Kitapçıda devamlı çalışan o çocuk yine beni gördüğünde yanıma gelmişti.

"Merhaba, yine ben. Bu sefer daha farklı konulu bir kitap almak istiyorum önerin nedir?"

"Açıkçası sana içerik beğendirmek zor ama buluruz bir şeyler." Çocuğun cümleleriyle beraber ikimiz de gülmeye başlamıştık. O bana uygun olan kitaplara bakmaya gittiğinde ben de işaret parmağımı raflara doğru tutup yan bir şekilde kitapları inceleyerek ilerliyordum. Tam 'Dram' yazan kitap rafına gelmiştim ki omuzuma çarpan sert bir güçle sırtüstü yere düşmüştüm. Düşmemle beraber dizlerini kırarak başucumda bana bakan kişiyi inceliyordum. Afallama faslım sona erdiğinde kaşlarımı çatarak kızgın bir ses tonuyla konuşmaya başlamıştım.

"Dikkat etsene! Önüne bakmadan mı yürüyorsun anlamadım ki?"

"Çok affedersin ama yan yan yürüyerek kitap seçmeye çalışan, daha doğrusu seçemeden bana çarpıp düşen sensin."

Verdiği ukala cevaptan sonra nasıl bir odun olduğunu bir kez daha anlamıştım. Gerek omuzumu çürütmesinden, ve gerek özür bile dilememesinden çok net bir şekilde anlaşılıyordu.
"Yeter bu kadar saçmalık Bay Ukala! İzin verirsen doğrulmak istiyorum. Bunda bir yanlışım yoktur umarım?" dediklerimin hemen ardından geri çekilmiş ve ayağa kalkarak bana elini uzatmıştı. Elini uzatması ile bu gergin ortama son verip, elini sımsıkı tutarak kaldırmasına izin vermiştim. Beni ansızın ayağa kaldırdığında hızlı bir şekilde onun göğsüne çarpmıştım ve o beni kollarıyla belimden kavramış, bir süre göz göze bakışmaya başlamıştık. Neler olduğunu anlayamadan panik bir şekilde yutkunmuştum. Kalp atışlarım hızlanıyordu, hissedebiliyordum. Dudaklarım sıcaklamıştı. Dudak sıcaklaması mı? Böyle bir his mi vardı? Varsa ben nasıl biliyordum? Telaşla öksürmemin ardından ellerini tamamen benden çekmiş ve; "Geçmiş olsun." demişti. Ne demek istediğini anlamamıştım ama samimi bir şekilde gülmek gelmişti içimden.
"Gerçekten çok tuhafsın. Ama komik birine benziyorsun, neyse iyi günler." Arkamı dönüp raflara tekrar yöneldikten sonra seslenmesi ile yanaklarım kızarmıştı. Şimdi ne istiyordu? Duymamış gibi devam etsem bir şey olmazdı herhalde. Aynen öyle yapacakken ikinci kez seslenmesi ile yalnızca başımı geriye doğru çevirerek bakmaya başlamıştım. Bu sefer seslenmekle yetinmemiş, yanıma doğru gelmeye başlamıştı. Önüme geçtiğinde konuştu.

"Adın ne senin?"

"Önce gelip bana çarpıyorsun, sonra benim çarptığımı iddia ediyorsun. Daha sonrasında ise gelip adımı mı soruyorsun? Yok, lafımı geri alıyorum. Komik birine benzemiyorsun aksine korkmaya başladım şu an."

"Bak beni yanlış anladın, amacım gerginlik yaratmak değildi. Sadece ortamı yanlış bir cümleyle yumuşatmaya çalıştım hepsi bu. Üzgünüm. Şimdi tekrar sorabilir miyim adını?"

"Adım Eliz, başka öğrenmek istediğin bir şey yoksa gitmem gerek..."

"Dur bekl-" Cümlesini bitirmesine izin vermeden, bana uygun kitabı bulmak için arka raflara gitmiş kitapçı çocuğa kapıya doğru koşarak seslenmeye başlamıştım. "Daha sonra tekrar geleceğim, kusura bakma olur mu?" Nefes nefese kalarak kitapçıdan ayrıldığımda daha hızlı koşmaya başlamıştım. Nereye gittiğimi bilmeden koşarken bir yandan gülümsüyordum. Kalbim atış hızını hiç değiştirmemiş, hâlâ az önceki gibi atmaya devam ediyordu. Dayanamayıp kendimi çimlere attıktan sonra sesli bir şekilde gülmeye başlamıştım. Gökyüzündeki bulutlara bakarak gülüyor ve temiz havayı içime çekerek derin derin nefes alıp veriyordum. İçimde çok tuhaf,  adını koyamadığım, tarifi olmayan bir his vardı. Çocukla konuşmak istememiştim ama bir yanım da istiyor gibiydi...

Bölüm Sonu...



GERÇEĞİN KUKLASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin