1.7

32 3 2
                                    

Ertesi sabah, helikopterden görünmesin diye kumu tekmeleyerek izlerimizi sildikten sonra batıya doğru yola çıktık. Sert zeminde uyumaktan omurgam ağrıyordu ve ne zaman uyusam, arazide belirip kaybolan gümüş renkli hayvanları gördüğüm kâbuslarla uyanmıştım. Bu yüzden kızarmış gözlerle, sendeleyerek, her adımda biraz daha zorlanarak, yaşayan ölü gibi yürüyordum.

Diğerleri de aynı ölçüde bitkindi. Yürürken yavaş yavaş birbirimizden uzaklaştık. Ben öndeydim, birkaç adım arkamdan Hyunjin geliyordu, Minho ortadaydı, diğer üçü daha arkadan geliyordu. Aramızdaki mesafenin arttığını fark edince durup herkesin bana yetişmesini bekledim. Her an birbirimizi kaybedebilir, sık çalılıklar ve uzun otların arasında birbirimizi bulamayabilirdik.

Seungmin bana yetişince, "Biraz durabilir miyiz?" diye sordu. İki büklüm olmuş, soluğu kesilmişti. "Üstümden kamyon geçmiş gibiyim."

"Sorun değil," dedim sıkıldığımı belli etmemeye çalışarak, Bu hızla gidersek
Şehire ancak bir ayda varırdık. Daha hızlı hareket etmeliydik; geciktiğimiz her an Abramo'nun bizi bulmasını kolaylaştırıyordu. Tesisteki çatışmadan sonra yeni bir ekip toplar toplamaz peşimize düşeceğinden şüphem yoktu. Zaten biz de uzun süre böyle devam edemezdik.

Diğerleri farkında olmasa da korkunç şekilde suya ihtiyacımız vardı. Susuz kalmanın belirtilerini benim kadar hissediyorlar mıydı? Kaslarıma kramp giriyordu, kalbim durup dururken hızlanıp başımın dönmesine ve halsiz kalmama neden oluyordu, hızlı hareket edince midemin bulandığını hissediyordum. Onlarda da aynı belirtileri görebiliyordum: Bakışları donuklaşmıştı, sendeleye sendeleye yürüyorlardı.

Hyunjin, "Seni yavaşlatıyoruz," dedi alçak sesle. Bir ağaca yaslanıp oturmuştum. O da gidip ağacın diğer tarafına oturdu. Onu göremiyordum ama fısıltıyla söylediklerini duyuyordum. "Biz olmasaydık çoktan Ghanzi'ye varmıştın, değil mi?"

"Olsun. Sonuçta sizin yüzünüzden burada değiliz."

Hyunjin uzunca bir an sustuktan sonra duyamayacağım kadar alçak sesle, "Sana bir şey itiraf edeceğim," dedi.

"Ne?" Yerdeki otları kopardığını, köklerin topraktan koptuğunu duyabiliyordum ve merak etsem de onu hemen cevap vermeye zorlamadım.

"Buraya öylesine gelmedim," dedi nihayet.

"Sana söylemek istemedim ama bütün bu olup bitenlerden sonra buradan sağ çıkıp çıkmayacağımız belli değilken..."

"Çıkacağız."

"Doğru. Tabii. Ama yine de ben... Bilmeni istiyorum."

"Neyi?"

"Buraya geldim çünkü seninle tanışmak istedim, Jeongin"

Ona döndüğümde ensesini gördüm. "Benimle tanışmak mi? Beni tanımıyordun ki."

Omzunun üstünden dönüp baktı ama bana değil, aramızdaki boşluğa. "Ben öyle düşünmüyorum. Annenin kitabını okudum." Annemin kitabı. İlk geldiği gün çadırımda kitabı eline alıp oyalandığını hatırladım. "Neden daha önce söylemedin?"

"Bilmiyorum. Tuhaf karşılarsın diye düşündüm."

Döndüm, bir müddet bu sözleri düşündüm, "Tuhaf değil."

"Evet, ama anlamıyorsun. O kitap... Beni çok değiştirdi. On üç yaşına girdiğimde Abim bana birkaç gezi kitabı vermişti. Beton yığınlarının arasında, gürültü ve trafiğin içinde büyüdüm ama annen sayesinde bir gün tüm bunlardan kaçabileceğime inandım."

Söylediklerinden utanmış gibi sustu. "Sorun yok," dedim. "Annem bunları duysa çok hoşuna giderdi. Zaten o kitabı bu yüzden yazdı. Başlarda pek hoşuma gitmemişti. Beni tanımayan insanların hakkımda bir şeyler öğrenmesinden çok utanmıştım ama annem unutamayacağım bir şey söylemişti: 'İnsanlar yıldızlar gibidir ama bizi takımyıldız haline getiren hikâyelerdir. Hikâyelerimizi anlatmazsak karanlıkta tek başımıza yanarız. Tartışmamıştım, herhalde daha on yaşımda olduğumdan ve nasıl tartışılacağını bilmediğimden. Bu sözleri o anda bana çok önemli geldiği için kitabı yayımlamasını söylemiştim."

Kalahri | HyuninHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin