1

239 34 44
                                    

bölüm sonu görüşürüz \~.~/

***

Bağırıp çağırmak, isyan etmek, bu kadarına ihtiyacım yok diye tepinmek istesem de, babam bana fırsat tanımadan konuşup sonunda cevap bekleyerek yüzüme baktığında tek yaptığım "Tamam," demek oldu. "Tabi ki, zaten benim söz hakkım var mı ki?"

Böyle yaptığımda, yani kendimle ilgili bir şikâyeti dillendirdiğimde, babam bana hep aynı yüz ifadesiyle bakardı -şimdi yaptığı gibi: Kaşlarının ortası kırışmış ve gözlerinden hayal kırıklığı taşıyormuş gibi. Sanki kafes hayatı yaşayan oydu ve ben de boşu boşuna onu suçlayan memnuniyetsiz bir velettim. Bana bu bakışı atmasından nefret ediyordum ve komik olansa bana genellikle bu bakışla bakıyor olmasıydı. Nefret ettiğimi, kendimi suçlu hissetmeme sebep olduğunu biliyordu; bile bile aynı yüz ifadesini yapmaya devam ediyordu.

"Ona bir şans ver," dedi yanıma gelip kolunu omzuma dolarken. Üstünde üniforması vardı: Armalarla dolu haki yeşil bir ceket, aynı renkten bir kravat, kumaş pantolon ve kolunun altına sıkıştırdığı bir kasket. Biraz sonra evden çıkacağının sinyallerini veren kıyafete öfkeyle baktım. Madalyalarından biri, sarıldığımız esnada göğsüme battı. "Seni de kaybedemem. Bunu biliyorsun evlât."

Ve bununla birlikte geniş misafir salonunu aşıp hole, oradan da çift kanatlı kapıya ulaştı ve hizmetçiler kapıyı arkasından kapatırken çıkıp gitti. Beni yüksek tavanlı ana salonda yalnız bıraktı. Duymayacağını bilsem de, "Biliyorum," diye fısıldadım boşluğa doğru. Ardından iç çekip üst kata çıkan merdivenleri tırmandım ve odama girip kendimi yatağa attım. Birdenbire çok yorgun hissetmeye başlamıştım.

Her sabah sessiz sedasız ya da tam tersine kavga gürültüyle geçen kahvaltımızı bu sabah ikinci örnekte olduğu gibi geçirmiştik ve babam bana, ne kadar nefret ettiğimi bilse de, yeni bir yakın koruma işe aldığı haberini vermişti. Bağırmaya başladık ve sonunda masadan kalkmamla kavga en yüksek noktasına ulaştı. Nihayet salonda beni annemin ölümüyle yumuşatıp kabul etmeye zorladı ve elbette tartışmayı kaybeden her zamanki gibi ben oldum.

Tavana bakarken on yıl öncesini düşündüm. Üç kişilik mutlu bir aileydik, babam Genelkurmay Başkan Yardımcısı olarak atanmıştı; mutluluğumuza diyecek yoktu. İki ebeveynine sahip olmanın getirdiği şımartılmayı hissediyordum. Evimiz ev gibi hissettiriyordu. Her şey güzeldi. Ama zamanla, babamın siyasete girmesinin bize çok büyük zararları olacağının ilk işaretleri gelmeye başladı. Yardımcılıktan terfi etmek için çabalaması diğer partizanların gözüne batmaya başlamıştı ve sonunda kongrelerde domates atmayla başlayan basit protestolar, annemi de bizden alan suikast girişimlerine dönüştü.

Scott'tan gelen aramayla birlikte yerimde doğrulup dizüstü bilgisayarımı açtım. Ekranda arkadaşımın esmer yüzü belirdi ve yüzündeki aptal sırıtma, benim somurttuğumu görmesiyle birlikte soldu. "Bu sefer ne oldu?"

İç çekip yatak başlığına yaslandım. "Yeni bir koruma."

Scott ensesini ovarken "Şey," diye mırıldandı.

Gözlerini kaçırdığını görünce "Sen de mi?" diye söylenip başımı geri attım.

"Sanırım bütün yetkililer aynı şeyi yapıyor. Babam büyük bir şeylerin yaklaştığını filan söyledi ama biliyorsun, onun dediklerinin çoğunu anlamıyorum." Dilini dışarı çıkarıp kusuyormuş gibi yaptı.

Gülerek başımı iki yana salladım. "Koltuğunu devralmanı beklediğini biliyorsun. Adama bunu yapma adamım."

Küçük bir kahkaha patlattı ama hemen ardından yüzünde yumuşak bir bakış belirdi. Anlayışa ihtiyacım olduğunu fark ettiğinde hep bu bakışı takınırdı. Başı görüş açımdan çıkarken oturduğu yerde biraz kaykıldı ve yeniden açıyı düzeltip gözlerime baktı. "Nasıl hissediyorsun?"

the guard and his fox | sterek [b×b]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin