5

140 26 23
                                    

Gözlerimi karanlığa açtım. Yine ter içinde kalmıştım. Bu hafta üçüncü oluyordu ve her nasılsa hemen yanımda yatan arkadaşım benim sarsılarak uyanmamdan etkilenmeksizin horlamayı sürdürüyordu. Ellerimi saçlarımdan geçirip yavaşça yataktan çıktım. Diz battaniyesini omuzlarıma sarıp odadan çıkarken gözlerim uyku için yalvarıyordu.

Merdivenleri sessizce indim. Bahçeye çıkmak istiyordum ama Derek yine bir yerlerden çıkabilirdi ve onu görmekten mümkün olduğunca kaçınırsam, varlığının da o kadar rahatsız edici olmadığını keşfetmiştim. Bu yüzden şömine başında yüzüme vuran ateşin uyumama yardım edeceğini umacaktım.

Ev -annemin gidişinden bu yana her zaman olduğu gibi- sessizdi. Ateşin çıtırtıları holden geçerek kulağıma ulaşıyordu. Sessizlik bana boğucu gelirdi ama böyle gecelerde, uyandığım kabuslarla kıyaslanınca, o kadar kötü görünmüyordu. Aksine sakinleştirici bir yanı vardı.

Salonun girişinde kemerin altında duraksadım. Kulağıma rüzgarın uğultusu dolarken gözlerim salonun karşı ucuna, bahçeye açılan cam kapılara takıldı. Battaniye omuzlarımdan düşerken gözlerim genişledi. Bahçe kapılarından içeri süzülen gölgeyle göz göze geldik. Kalbim daha hızlı kan pompalamaya başlarken bir adım geri gittim, ayağım battaniyeye dolaştı. Ağzım kurudu. Yutkunamadım. Nefeslerim boğazıma dizildi.

Maskenin altında gülümsediğini hissettim. Arkasından başka bir beden daha çıktı. Diğer uçtaki kapıdan birileri daha girdi. Nefeslerim tıkındıkça tıkandı. Birbirlerine bakıp başlarıyla onaylarken benim tek yapabildiğim orada durup kana bakmaktı. On yıldır orada olan, benim için hep orada olacak olan kana. Annemin bedenine. Bana uzanan eline. Kulaklarım uğuldarken üstüme gelmelerini izledim.

Biri silahını çıkardı. Maskenin altından boğuk çıkan bir sesle "Sen General Stilinski'nin oğlu musun?" diye sordu.

Kelimeler bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Göğsüm sıkışıyor, başım dönüyor, midem ağzıma geliyordu. Anne diye bağırmak, yatağa dönmek, bunun yalnızca kâbusumun devamı olduğunu fark etmek istiyordum. Ama kıpırdayamıyordum.

"Stiles Stilinski," dedi bir diğeri, elindeki cihaza bakıp geri kalanlara gösterirken. "Bu o."

"Bizimle geliyorsun."

Eller bana uzandı. Silahın namlusu yüzüme doğruldu. Bir şey yap, diyordu zihnimdeki ses. Hareket et! Ama durup bana yaklaşmalarını izlerken bacaklarım işlevsiz iki uzuvdu. Kollarımı kavrayıp çekiştirmelerine karşı koymak istedim. Uyguladıkları kuvvet pes etmeme yetti. Derek'e dediğim gibi, ölmeyi umursamıyordum. Değil mi?

Siktir. Elbette umursuyordum.

"Beni öldürmeyin," diye yalvardım. Sesim tekmelenmiş bir hayvanın iniltisinden farksızdı. Gözlerim yaşlarla bulanıklaştı. "Lütfen..."

Ya duymuyor ya da umursamıyorlardı çünkü hiçbiri bana bakmadı. Beni tutanlardan biri "McCall'ın veledi de burada bir yerlerde," diye homurdandı. "Siz üst kata bakın."

Scott.

Kendim için endişelenmek bir yana, hayatımdaki iki-üç insana ve ailem diyebileceğim sayılı kişilere karşı çok daha korumacıydım. Onların canına kendiminkinden daha çok ehemmiyet veriyordum. Burada her ne oluyorsa Scott da tehlikedeydi ve buna izin veremezdim.

"Bırakın beni!" diye bağırdım. Kollarımı çekiştirip ellerinden kurtulmaya çalıştım. "BIRAKIN BENİ!" Ses tellerim yırtılacaktı ama umurumda değildi. Karşı koyma kuvvetim onları da şaşırtmış olacak ki birinin tutuşu gevşedi ve kollarımdan biri serbest kaldı. Yumruğumu gelişigüzel savurup diğer adamın gırtlağına denk getirmeyi başardım. Boğazını tutarak geri sendeledi.

the guard and his fox | sterek [b×b]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin