ep34

1.7K 187 85
                                    

semih'in odama girmeyi reddedip ısrarla yöneldiği salonda korkunç bir sessizlikle geçirdiğimiz belki de yirminci dakikaydı. çattığı kaşlarıyla yüzümdeki kabuk bağlamış yaralara bakıyor ve muhtemelen küfürler sıralıyordu kafasında. gerginliği çoktan üzerime binmişti.

sabrının son demlerine gelene dek sürdürdü bunu. epey kızgındı. onu yanımda götürmeyişimi kırgınlığıma öyle bir bağlamıştı ki aksini anlatsam da anlamayacaktı. gelirse beni yarı yoldan çevireceğini, yediğim yumruklara razı gelmeyeceğini adım kadar iyi biliyordum. 'yapmasaydın' dediği şeylerin vicdanıma yüklediği azapları biraz olsun dindirmeme izin vermeyecek benimle beraber kendi canı da yanar diye bencil olacaktı.

sırtını geriye yaslayıp ellerini saçlarından geçirirken "keşke çağırsaydın ulan." dedi. renkli gözlerinin önüne simsiyah bir perde inmişti sanki. benim içine bakmaya kıyamadığım o derinliklere oluk oluk öfke doldurmuştu. "iki yumruk da ben sallardım şu kendinden geçmiş suratına."

güldüm. dudağımın kenarında çoktan kabuk bağlamış olan yaraya rağmen sinir bozukluğuyla güldüm. "bunun için gelmedin mi zaten?" biliyordum ucunda ölüm olsa bile böyle bir şey yapmayacağını. beni sevdiğini söyleyecek kadar kıyılarıma hapsolmuş olmasaydı yine yüzdesi düşük bir ihtimali olurdu bunun ama artık yoktu.

hayretle baktı yüzüme.

"günlerdir sana ulaşmaya çalışıyorum. olur da gözlerime değersen bana öyle küskün bakma diye çabalamak istiyorum ama sonra, böylesine önemli bir yüzleşmeye seyirci bile kalamadığımı fark ediyorum." hayal kırıklığını üzerime boca eder gibi doldu gözleri. avuç içlerini göz kapaklarına bastırıp sakinleşmeyi bekledi bir süre. başaramadı. "yapamazsın lan." dedi titreyen sesiyle. "beni bu yangının içine çekip sonra ateşinle beraber uzağa atamazsın."

içimi yakıp kavuran o suçluluk duygusuyla çalkalandım. haklıydı bir yerde. o bu yangının yerlisi değildi. aramıza bir odun düşse onun bizi daha çok yakacağını değil ayıracağını düşünecekti.

telaşla yanına varmak için attığım adımları görmezden gelip pencereye çevirdi henüz akmayan gözyaşlarının cam gibi parlattığı gözlerini. her zaman dik duran, haksız olduğunda bile kendini haklı çıkaran tavırları beni hiçbir zaman bu görüntüye hazırlamamıştı. gözünden akan yaşlar da o yaşların sebebi olmak da göğsümü ağrıtıyordu.

izinsizce sildim yanaklarını. "ağlama." dedim çaresizce ama tesiri olmadı. ellerimi itip daha sert hareketlerle kendisi sildi gözyaşlarını. yenileri aktı ama umrunda olmadı. "sen o yumruğu fazlasıyla hak ediyorsun aslında." nihayet bana çevirdiği gözlerinden saniyelik bir hırs geçti. çok küçüktü, geldi ve hemen gitti. kararmış öfkesi de rengini değiştirdi. "ama yüzündeki yaralar şimdi bile canımı yakıyor."

omuzlarından sarkan bir yenilgiyle tekrar çekti bakışlarını üzerimden. "ben seni hiçbir yere atmadım semih." dedim. inanmıyorum dercesine kafasını iki yana salladı. inanmadığından değildi bu tavrı, inadındandı. birbirimizi kırmak için yarışa girmiştik sanki. oysa biliyordu sol yanımı. onun olduğu yerde, ona karşı aldığım her yenilgi büyük bir kazançtı bana.

kolumu hasretle sıkı omuzlarına sarıp onu kendime çektiğimde irkildi. eskiden olsa izin vermez, diretirdi ama artık onun da bana yenilip kazandığı bir yerdeydik. başını omzuma koyarken burnu boynuma değince inatla biraz daha yaslandı oraya. nefeslerini boynuma sardı konuşurken. "bu yangın bambaşka." diye başladı sözlerine. "hiçbir şeye benzemiyor."

mayışmış bir çocuk gibiydi. sesinin tonu, net göremediğim dolu gözleri ve omzumdaki rahatlığıyla içimi titretiyordu. sarı saçlarının arasına dudaklarımı bastırıp uzunca bir süre dinlendim orada. günlerdir bindiğim inadın yersizliği oturdu içime. kırdığım kadar kırılsın isterken basitti düşüncelerim. kendi rızamla ondan uzak kaldığımı bilmek başıma ağrıttı. aptallıktı.

"özür dilerim." dedim, yüzüne bakmak için kendimi geriye çekerken. huzursuz olsa da kaldırdı başını. dağıldığının farkındaydı. kapalı televizyonun ekranından göz ucuyla kendine bakıp yüzünü buruşturdu. "bak." dedi sanki karşımda değilmiş gibi televizyonu gösterirken. "beni senden başkası bu hale sokamazdı."

az önce izin vermediğini yapıp elimin tersiyle kurumak üzere olan yanaklarını sildim. "kurban olurum ben sana." fısıltılı sesime karşılık heyecanla gözlerime baktı. yüzünde gizlenmeye çalışan ufacık bir tebessüm vardı. hoşuna gittiğini dile getirmek istese dahi bu kadar iyi anlatamazdı.

kendini bozmadan ve bu kez hiç gizlemeden biraz daha kıvırdı dudaklarını. "ne güzel ağzıma sıçıyorsun ama?" kıkırdayıp burnumu burnuna sürttüm. şikayetçi miydi bilmiyorum ama hep hayalini kurduğum ilişkinin tuzu biberiydi bu küslükler. yaramaz bir gülümsemeyle ellerimi beline dolayıp ikimizi de geriye çektim. üzerime düşerken yaralarıma değmemek için elleriyle iki taraftan da destek almıştı.

tıpkı ipek saçları gibi boşlukta sallanan zincir kolyesine baktım. benden almıştı bunu bir zamanlar. dört kişilik arkadaş grubumuzda sadece ikimizin arasında hep bir mesafe olduğunu iddia eder fakat yalnız kaldığı her an soluğu bende almaktan çekinmezdi. ara ara gözüne kestirdiği tişörtlerimi ya da kolyelerimi araklar ben bundan şikayetçi olmayınca da epey şaşırırdı.

hala belinde olan kollarımı gevşetip ellerimi tişörtünden içeriye gönderdiğimde dudağının sağ tarafı kıvrıldı. "ağzını yerim." dedim az önceki cümlesine cevaben. destek olarak kullandığı ellerinden birini dudağımın kenarına götürüp açılmış yaraya hafifçe bastırdı. canımın acısıyla gözlerimi yumdum, sızlıyordu hâlâ. "yiyemezsin." dedi meydan okur gibi.

sırtında beklettiğim elimi huzursuzluk çıkaran eliyle buluşturup uzaklaştırdım yüzümden. gözlerimi açmadan usulca uzandım dudaklarına. "yerim." inatla mırıldandığım cümleye karşılık dudaklarımın üzerine anlık bir öpücük bırakıp kalktı üzerimden. "sonra yersin."

mızıkçılık yapıyordu. kolumu gözlerimin üzerine kapatıp uzandığım yerde huysuzlansam dahi ona işlemedi. kolumdan tutup beni çekiştirirken "saat altı olmak üzere, annen gelecek. kalk." dedi. çatılı kaşlarımla duvardaki saate baktım. saatin altısına duyduğum nefretin haddi hesabı yoktu o an.

ayakta dikilen semih'in elini tuttum. "bir kere öp de kalkayım lan. mecal bırakmadın adamda." gözlerini devirip elimi bıraktığı gibi kapıya yöneldi. "öptüm bir kere." diye mırıldandı. onu ikna edemeyeceğimi anlayınca ayaklanıp peşinden gittim.

acelesiz, uyuşuk hareketlerle portmantodan aldığı yeşil ceketini üzerine geçirirken kendimi duvara yasladım. "semih." uysal sesim onu merakla bana çevirdi. "bir daha böyle olmayacak." dedim. mesajlarına dönmemezlik yapmayacağımı, onu kendimden ayrı tutmayacağımı bilsin istedim. kafasını salladı. "olmayacak." kendisi için de bir şeylerin sözünü verir gibiydi.

elini kapı koluna atar atmaz tekrar bana döndü. unuttuğu bir şeyi hatırlamıştı besbelli, yüzünde yeni bir ışık yanıyordu. "kenan." dedi benim az önceki seslenişimi taklit ederek. kaşlarımı kaldırıp devam etmesini bekledim. beni zıvanadan çıkarmak ister gibi çenemin altına sesli bir öpücük bıraktı. titreyen göz bebeklerini gözlerimde birkaç saniye sükunetle beklettikten sonra araladı koyu renkli dudaklarını.

"seni çok seviyorum. tahmin bile edemeyeceğin kadar çok seviyorum seni."

aldığım nefesler boğazıma takıldı sanki. bunu duymak sandığımdan çok daha fazla önem arz ediyordu, o an anladım. midemde giderek büyüyen bir sancıyla ona doğru attığım adım zil sesiyle bölündü. dişlerimi sıkarak kapattım gözlerimi. annemin dakikliği bizim için sinir bozucu bir zamansızlıktan ibaretti.

semih tüm fırsatları kendine ayırmış gibi yanağımdan da bir öpücük çaldıktan hemen sonra arkasına dönüp kapıyı açtı. annemin şaşkınlığını ve yemeğe kalması için döktüğü dilleri büyük bir mahcubiyetle geri çevirirken koşar adımlarla merdivenlere yöneldi.

___

yazma yetimi kaybettim çocuklar sinirlerim çok bozuk. bolumu uc kere bastan yazip sildim bu da icime sinmedi ama akil sagligim bir kere daha bastan almaya musait bi durumda degil artik 😞😞

o işler öyle olmuyor işteHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin