27 Cehennem

0 0 0
                                    

Vurucu Bölüm 27


             

[Cehennem]

Kötülükle savaşırken etik değerlerden sapmamak gerektiğini savunan bir görüş olduğunu bilirdi Reha. Annesi böyle yapmasını tembihlerdi ona.
‘Sen onlara uyma çocuğum.’
Öyle miydi gerçekten? İyi olmak, kötü bir insanla mücadelenin onurlu yolu muydu yoksa kurban olmaya giden yola döşenecek bir başka taş mı?
Annesini ikna etmenin mümkün olmadığını biliyordu artık. Kendisini tercih etmesini sağlardı ama onu Ziya’nın kötü olduğuna inandıramazdı. Bu da, annesinin zarar görmeye her an açık olduğu anlamına gelecekti.
Bunca yıl boyunca Ziya Kalaycı hakkında somut tek bir delili olmamıştı Reha’nın. Sadece içgüdülerini dinlemiş, belki de bu sayede kendisini ve sevdiklerini güvende tutmayı başarabilmişti. Ama artık tehlikenin soluğunu ensesinde duyarak yaşamak yerine bunu kanıtlayacak bir delil aramalıydı. İçgüdüleri şimdi ona bunu söylüyordu.
“Umut!”
Hevesle geldi oğlan yanına. Patronun oğlu gittiğinden bu yana entrika azalmıştı ortamda ve Umut sıkılmıştı.
“Emret Abim!”
“Rapor ver bakalım. Kim nerede?”
“Kim kim abi?”
Enseye indi tokat. “Sana ne lan, aklına gelen herkesi söyle. En yukarıdan başla.”
En yukarıdan… Hmm…
“Abi, büyük patron sabahtan çıktı otelden. Ertuğrul, Salim ve Kenan ağabeyler de onunla gitti. Rover’ı aldılar. Ekrem Abi, Burhan Abi ve Sezer Abi de odalarına kız attılar. Biri bizim okuldan. Yani işte hiç anlaşılmıyor bu işler. Ben de onu hanım hanımcık bir şey sanırdım. Sonracığıma… Küçük patronu tam yedi kız sordu abi. Hepsine Amerika’da dedim, morardılar. Sonracığıma… Kulübün arkasında çöpte yangın çıktı iki saat önce. Polis geldi, baktı. Bir hasta kaçmış hastaneden. Dur adı vardı… Neydi? Pino… Pimo… Piro… öyle bir şeydi işte. Yangın çıkarmayı seviyormuş. Onu aradılar. Bir şey olmadı ama içeriyi is bastı. Alarm çaldı. Alt katın sistemini kapattık. Camları açtık, havalanıyor şimdi. Neyse ki patron yok, kıyamet koparırdı. Çamaşırhanede de bir hata olmuş, müşterilerin giysileri boyanmış. Onun curcunası hala bitmedi abi…”
Nefes almıyordu Umut. Ağzından sel olup dökülüyordu kelimeler. Sanırsın, altı aydır konuşmuyordu. Ama Reha artık anlatılanların birini bile duymuyordu. Alt kat… Patronun odası… Alarmlar kapalı… Kalaycı otel dışında… İçeri girip bir baksa? Umut’u erketeye bıraksa… Yok ama. Şahide gerek yoktu.
“Yeter lan, ne sordum ne anlattın. Toz ol!”
Herkesin yemekte olduğu saat olduğundan, ortalıkta kimse yoktu. Biraz da Ziya Kalaycı’nın otelde olmaması yüzünden, ortalık başıboş kalmıştı. Her zaman bir yerden çıkıveren korumalar bile kendi âlemlerine dalmıştı. Bu sayede kimseye görünmediğini umarak alt kata indi Reha. Oradan da kulübün içine bağlanan koridora…
Ne yapacağını bilmiyordu. Ne aradığını ya da ne bulacağını da öyle… Sadece yürüyordu. Karanlıktı. Oda kapıları açıktı. Burnuna is, kan, korku, zulüm karışımı bir koku vurdu. O havasızlık sandı, gerçekte insafsızlıktı ama dağarcığında bu kokunun adı yoktu.
Ziya’nın odasının açık olması, en son aklına gelecek şeydi, başına geldi. Büyük ihtimalle tek derdi kokunun bir an önce mekândan çıkması olan görevli, önüne gelen her kapıyı, ardını düşünmeden açtırmıştı. Bir süre büyülenmişçesine aralık duran kapıya baktı. Koridoru gözden geçirdi… İçeri girse… Yakalanırsa? ‘Yangın kontrolü yapıyorum’ derdi. Yakalanmazsa… bakıp çıkardı.
Hızla odaya girdi, telaşla kapıyı kapattı. Kendiliğinden açılan ışıklar yüzünden aklı çıktı. Lanet olsun. Buraya daha önce birkaç kez gelmişti. Ama içeride hep Ziya ve birkaç koruma olduğundan etrafa gözünün ucuyla bile bakmayı akıl etmemişti.
Şimdi… Neye bakacağını bilmiyordu. Büyük bir odaydı. Yer boydan boya halıydı. Odanın ortasında üzerinde fazla eşya bulundurulmayan büyükçe bir masa, hemen ardında da deri bir koltuk vardı. Duvarlar garip bir şekilde boştu. İnsan o kadar uzun duvarda birkaç resim ya da aksesuar asılı olmasını bekliyordu. Kenarda, antika bir dolap vardı. Altında, yerde Alp’in bahsettiği mama kabını gördü. Hep kilitli duran dolabın altında, demişti o gün. Gözlerini etrafta gezdirmeye devam etti. Ne yapacağını hala bilmiyordu. Bakıp çıkmalıydı.
Masanın karşısında, tripod üzerinde bir kamera vardı. Masayı görecek şekilde ayarlanmıştı. Çalışıp çalışmadığına bakarken tedirgindi. Belki de Reha’nın her hareketini kaydediyordu. O yüzden, söyleyeceği yalanı destekleyecek şekilde davrandı. Yangına dair belirti aradı. Bulduğu ise, masanın üzerinde Alp’in adının yazılı olduğu bir zarftı.
Kameraya baktı yeniden. Kayıt yapmıyordu. Uzanıp zarfı aldı. Eliyle yokladı. Yuvarlak, CD’ye benzer bir sertlik geldi elinde. Kıvrılmış kenarı açıp içine baktı. Evet. İki CD. Çıkarıp üzerlerine baktı. Birinde Nermin Kırcı yazıyordu, diğerinde Semra Kırcı. Kimdi acaba bunlar? Neden Alp’in adı yazıyordu zarfta? Yeni planlanan bir eylemdi bu. Yani Alp’in gitmiş olduğu anlaşıldıktan sonra. O halde… Bu CD’lerde Alp’in yararına bir şey olamazdı.
Kameraya baktı. CD’lerin içine bunda bakabilirdi. Yanına gidip kapağı açma düğmesini aradı. Ekranda anlam veremediği görüntüler geçit yaptı. Sarı, yeşil, kahverengi renklerde kutular, fotoğraf makinaları, beyaz duvar, bir düğme, “Merhaba oğlum.”
Ziya Kalaycı’nın sesini duyduğu an ağzından fırlayan çığlığa engel olamadı genç adam. Patronunun gülümseyen yüzünün elindeki kamerada olduğunu anlayana kadar da ufak çaplı bir kalp krizi geçirdi.
“Vedalaşma zamanımız gelmiş görünüyor. Dönmeyi düşünmediğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok.”
Bunun baba Kalaycı’nın oğluna göndereceği bir kayıt olduğunu anladığı an, kaskatı kesilip dinlemeye başladı.
“Annene benziyorsun. O da gitmekte aceleciydi. Yaşanacak onca haz varken ölmeyi tercih etti. Pekâlâ. Ama itaatsizliğin herkes için bir bedeli olması gerekir. Seninki de bu zarfın içinde. Annen ve anneannenden sevgilerle.”
Reha büyülenmiş gibi elindeki CD’lerin üzerinde yazan isimlere bakarken Ziya Kalaycı’nın zehri odaya akmaya devam ediyordu.
“Para musluğunu kapattım. Artık tamamen meteliksizsin. O arkadaşın… Reha. Onun ve annesinin de bileti kesildi. Seninle ilişkisi olan kimseyi otelde görmek istemiyorum.“
Annesinin… Onun ve annesinin… Konuşmanın devamını duymadı bile. Annesi… Tehlikedeydi. Çalan telefonla yerinden zıpladı. Yılan görmüş gibi masanın üzerindeki alete bakarken Kalaycı’nın sesi sanki beyninde çınladı.
“Ne var!”
Bir kez daha yerinden zıpladı Reha. Korku bütün hücrelerini ele geçirmişti. Tam da Ziya’yı hazza boğacak şekilde… Reha bunu elbette ki bilmiyordu. Ama kulaklarını dikmiş, telefonda söyleneni algılamaya yoğunlaşmıştı.
Tek bir cümle kulağına çok uzaktan ulaştı. İçinden de iki kelime…
“Sakat kız… Hamile.”
Ziya’nın kahkahaları ve gülümseyen yüzü ekranı kapladığında, Reha bu yaşananın büyük bir kâbusun başlangıcı olacağının neredeyse kokusunu aldı.
Sonrasında, polisler otele bir kez daha geldi. Meczup yine yangın çıkarmıştı. Bu kez, kulübün alt katındaki odaları hedef almıştı. Katın tamamı kül olmuştu. Alarm sistemi kapalı olduğundan, çok geç olana kadar kimse yangının farkına varamamıştı.
Haber geldiğinde, muhasebe müdürü otelin yirmi yıllık aşçısına otelle ilişiğinin kesildiğini bildiriyordu. Kadının yüzündeki şaşkınlık ve donup kalışa yabancı değildi. Daha önce pek çok elemana kovulduğunu söylemişti. Ama diğerlerinden farklı olarak kadın hiç itiraz etmemişti. Hakkını, tazminatını, kanunları konu etmemiş, patronla konuşmak istememişti.  
Muhasebe müdürü, kendisine şahit yaratmış olmak için polise yangının anne ve oğlu ile görüşürken çıktığını söyledi. Bu yüzden de Bozkentler otelden ayrılırken kimse onlara soru sormayı düşünmedi.
Kaçak hastayı otelin hemen yanındaki arazide bulup hastaneye geri götürdüler. Kulüp kış boyunca kapalı kaldı. Sigorta şirketi zararı karşıladı, ama zaten alt katta beyan edilen değerli bir eşya yoktu.
Ziya mı? Haberi alır almaz otele geri döndü. Hazinesinin duvarların ardında güvende olduğuna emindi. Neredeyse dört tane kolondan ibaret kalmış katı gördüğü an, kulübü kalanını da o harabeye çevirdi.
“Otuz yıl!” diye bağırıyordu.
“Hayatımı yaktı siktiğim ruh hastası! Ben de onu otuz yıl boyunca sikip kameraya kaydetmezsem, bana da Ziya demesinler!”
Reha’nın annesi ise “Yirmi yıl…” diyordu otobüste giderken. “Yirmi yılımı verdim ben o otele. Ne izin kullandım, ne fazla mesai aldım. Yirmi yıl boyunca günde dört kez yemek yaptım.”
Reha cümleleri sadece duyuyordu. Ruhu bedeniyle aynı frekansı tutturmayı bir türlü başaramıyordu.
“Pis olduğumu söyledi bana. Saçlarım yemeklere dökülüyormuş.”
Parmakları birbirini kırmak istercesine eğip büküyor, kadının içindeki dehşeti açık ediyordu.
“Ziya Bey’in bundan haberi yoktur, adamlarının halt yemesidir diye düşündüm. Sonra… Seni düşündüm oğlum. ‘Benim hatırım için bana güvenemez misin?’ deyişin geldi gözümün önüne. Niye elin adamına güvenecektim ki oğlum dururken? ‘Burası artık bizim için güvenli değil.’ demiştin. Tamam dedim ben de. Oğulcuğumla daha güvenli bir yere gideriz. Ziya Bey de eğer benim tazminatıma ihtiyaç duyacak kadar fakirse, sadakam olsun.”
Yan koltukta oturan oğluna baktı. Onu hiç böyle görmemişti. Hiç. İçindeki kuşkuyu daha fazla susturmayı başaramadı.
“Yangınla senin ilgin var mı?”
Oğlunun bedenindeki kasılmayı yan koltuktan hissetti.
“Var.”
Gözleri oğlunun yanında duran çantaya ilişti sonra.
“O çantada haram var mı?”
“Haram yok, cehennem var.”
Oğlu konuşmak istemiyordu. Kelimeler ağzından zorla çıkıyordu. Çenesinden tutup başını kendisine çevirdi. Gözlerinin içine baktı. Evet. Orada dehşet vardı ama kötülük yoktu. Yumuşadı.
“Üzülme oğlum, geçer hepsi. Ben sana inanıyorum.”
Yolun kalanını anne ve oğul el ele, yürek yüreğe tutuşarak tamamladı.
Ertesi gün camdan bakan Süreyya’nın dikkatini çektiğinde yaklaşık bir saattir bahçedeki banklardan birinde oturuyordu. Alp Kalaycı kapının dışındayken bu çocuğun bahçede olması garipti.
Dışarıdaki zıpır da her iki dakikada bir kapıya yanaşıp içeri bakıyordu. Korumalarla ahbap olmuştu. Onlara kahve getiriyor, iki laf edip yerine geri dönüyordu. Tabi bu arada boynu da zürafa gibi içeriye, Naz’a uzanıyordu.
Hepsi onun yüksek sesli cümlelerini Naz’a duyurmaya çalıştığını biliyordu. ‘Buradayım,’ diyordu ona. ‘İçeri giremiyorum ama buradayım.’ Sonra da Süreyya Naz’ın kapıyla kendisi arasında gidip gelen gözlerine muhatap oluyordu. Off… Kızın mı var derdin vardı. Yattığı yerde bile tek bir bakışıyla babasını parmağında oynatıyordu.
“Çağırın şu zibidiyi! Yoksa bu kızın gözleri ters dönecek!”
Ah Tanrım, ilkbahar, yaz, balonlar, panayır, maytaplar… İşte, Oradaydı. Naz’ın gözlerinde! Koşarak gelen Alp, doğruca yatağa giderken ne korumalarla ne de kendisiyle ilgilenmedi. Piç kurusu. Kızın yanına tırmanıp yatağa yatıverdi.
“Günaydın aşkım. Özledin mi beni?”
Sevimsiz. Ah, Naz’a da bak hele! Bülbül! O gözler kıpır kıpır artık ne söylüyorsa…
“Aferin. Hep böyle olsun. Senin beni özlemeni seviyorum.”
Bu cıvıklığa daha fazla dayanamayacaktı.
“Uslu dur Kalaycı.”
Tamam, komik olmuştu ama o da babaydı. Bunları söylemek zorundaydı. Onu kaale alan oldu mu? Hayır. Ama zaten dünyanın en sağlıklı kızına da sahip olsa olacak olan buydu.
Ayakları onu asansöre, oradan da bahçeye, Reha Bozkent’in yanına götürdü. Bu çocuk hakkında ne düşündüğünü bilmiyordu. Görünüşü iyi birine benziyordu. Biraz ezik, güvensiz… Ama iyi. İşlense pırlanta olurdu.
Yaklaştıkça oğlanın yüzündeki dehşeti gördü, adımları yavaşladı. Kötü bir şey vardı. Oğlan yıkılmak üzereydi. Dudakları titriyor, hayır dudakları değil bütün bedeni sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu.
Süreyya’yı fark etmedi Reha. Omuzundan tutup eğildiğinde, “Oğlum iyi misin?” diye sorduğunda bile fark etmedi. Dünden bu yana ruhunda süregelen depremi artık zapt edemiyordu. Annesini apart otele yerleştirip sabah buraya gelene kadar bütün gücünü toplamış, burada bu bankta tükenmişti. Yanakları ıslaktı. Etrafını seçemiyordu. Nefes alamıyordu. Bedenini bankta tutamıyordu. Bir boşluğa düşme fikri öyle çekiciydi ki kendisini bıraktı. Birileri bağırıyordu. Reha kelimeleri anlayamıyordu. Pislik içinde büyüyor, boğazından taşıyordu. Kustu. İçindeki, ruhundaki, anılarından asla çıkmayacak olan o pisliği bedeninden uzaklaştırmak için çaresizce kustu.
“…çekilin, biraz hava alsın…”
“…doktor bulun…”
“…sedyeye uzatın…”
“…yakınınız mı amca…”
“…çanta onun galiba…”
Koşturma, sarsıntı, bulantı, çaresizlik, dehşet, Alp’in annesi… Onun annesi… Çaresiz iki kadın… Acı… Korku… Annenin kızının çaresizliğine çaresizce bakışı… Ziya’nın yüzü… Zevki… Bedenleri hunharca yağmalayışı… Alp. O görüntüleri Alp’e gönderiyordu. O seyretsin diye… Bir kez daha kustu. Bomboş midesinde olmayan safrayı, zihninde kendisine yer bulmayı başaramayan görüntüleri… kustu… ölmek istiyordu. O anları seyrettikten sonra yaşamı kaldıramayacaktı. Ama Alp’i korumalıydı. O seyretmemeliydi.
Kameranın oynatma düğmesine bastığı an herkesin tanıdığı, bildiği Reha Bozkent ölmüştü. Şahit olduğu onca kötülüğü algılamayı başaramayan beyni sadece izlemiş, depolamıştı. Sonra Ziya’nın mesajına bakmıştı yeniden. O kutuların hepsi film ve CD idi. Nerede? Duvarın olduğu yerde. Düğme… Buldu. Bastı. Görüşüne giren onlarca kutu… Artık içlerinde ne olduğunu Reha biliyordu. Bir çanta… Açtı. Bir liste… İsimler… Yıllar… Yaşlar… 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 29. 39. 49. Kadınlar… Erkekler… Hayatlar… Altında özenle ambalajlanmış diskler. Başı döndü. Gözleri karardı. Durduğu yerde sendeleyip duvara dayandı.
Bir süre bomboş gözlerle etrafına baktı. Zarfı ve Ziya’nın mesajının olduğu diski de çantaya koyup kenara ayırdı. Sonra, filmlerin yanında altta bulduğu bidonlara baktı. Kokladı. Ne olduklarını bilmiyordu ama yanıcı özelliğe sahip olmak zorundaydılar. Bu odada bu kadar kötülük varsa, o sıvıların da yok edici olması gerekiyordu. Bakmadı bile. Kutuların üzerine döktü. Çakmak… Yoktu ki. Etrafa bakınırken gözleri diğer duvara ilişti. Düğmesini aynı yerde bulup bastı. Ekranlar… Üç… Altı… Dokuz… Tanrım… Duvar açıldıkça ekran beliriyordu arkasında. Odalar… Kulüp… Havuz… Mutfak… Otopark… Birinin yanındaki kumanda aletini alıp kanallar arasında ilerledi. Odalar… Yataklar… Tanrım… İnsanlar. Giyimli, çıplak bedenler. Korumalardan biri. Korumanın odası. Kız. Kız ağlıyordu. Koruma gülüyordu. Çılgınlar gibi koşarak bir bidon daha buldu. Kabloların birleştiği yere, etrafına, her yerine içindeki sıvıyı boşalttı. Çakmak… Yoktu. Otelin eşantiyon kibriti! İşte. Masanın üzerindeki kâsede. Önce bir kâğıdı tutuşturdu. Filmlerin olduğu yere bıraktı. Sıvı hemen alev aldı. Sonra bir kâğıt daha. Onu da ekranların olduğu tarafa… Alevler ortalığı sardı. Koruma,  kızın sarsılan bedeninin üzerine kapandı. Alevler korumayı sardı ama adamın canı yanmadı. Kızın yandı. Bir hayat karardı, ekran karardı, Reha’nın içindeki tüm renkler siyahın ardına saklandı. Geriye sadece pis bir koku, cehennem sıcağı ve çaresizlik kaldı.

VURUCU (Ağır Roman)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin