30 Köle

0 0 0
                                    

Vurucu Bölüm 30

           

[Köle]

Kişiliğimiz, birbiri içinde aynı anda varlığını sürdüren boyutların bileşimi olsa gerek. Bir boyutta iyimseriz mesela, diğerinde depresif. Bir başkasında bonkörken ötekinde haris. Korumak da isteyebiliriz, zevkine kanat koparmak da. Kimi boyutlara hiç uğramayabiliriz. Yabancı değil aslında bu hiçbirimize. Adı, yatağın ters tarafı sadece.
Hangi boyut bizi tanımlar peki? Hele ki bazıları sadece belli insanların yanında ortaya çıkıyorsa… Alp mesela. Değişti adam sanki bölümler boyunca. Nerede o baştaki Alp, nerede Naz’ın Alp’i…
Hep aynı yanılgı. Değişmez kimse. Başta neyse, sonda da odur. Değişen, daha önce bilmediği bir yönünü Naz’la keşfetmiş oluşudur.  Naz’dan öncesi de Alp’tir, sonrası da… Ama sonrası sadece Naz’a özeldir. O varsa Alp Naz’ın Alp’idir. Yoksa…
Alp’in bahçede çimlere oturup başını ellerinin arasına almışken düşündüğü tam da buydu işte. Artık Naz’ın olmadığı hayatına geri dönemezdi. Kendisine tahammül edemezdi. İçindeki zehirle yok olur, yoluna çıkan herkesi de beraberinde yakar, yıkar, ezer, geçerdi.
Naz Alp’e inanıyordu. Her dediğine, her hissettiğine… Ama bunu bugün ile sınırlıyor, yarına taşımıyordu. Alp onu inandırırdı. Her yarını bugün yapardı. Naz yaşayarak anlardı o zaman Alp’in ondan başkasına ihtiyacı olmadığını. Ama Naz ona bu fırsatı vermezse… Yarına inanmadığı için bugünden giderse… Bir daha Süreyya Ural’ı aşıp Naz’a ulaşmaya gücü yetmezdi. Onu kaybederdi.
Naz ile birlikte bebeği de gidecekti. Naz ile birlikte her şey bitecekti. Asla baba olamayacaktı ama baba olmanın nasıl hissettirdiğini bilecekti. Asla ailesi olmayacaktı ama ait ve sahip olmanın var olmaya değecek tek şey olduğunu da bilecekti. Naz olmadan Alp her gün ölecek, öldürecekti.
Ya Naz? Kendisi olmadan daha iyi bir hayatı olacağına inansa, buna da dayanabilirdi Alp. Ama ona herkes hastaymış gibi davranacak, o da gerçekten hasta olacaktı.
İkisi birden yok olacaktı.
Süreyya Bey… Alp, Naz’dan önce onu ikna etmek zorundaydı. Aklından geçirdiği adamın bir süredir banklardan birine oturmuş kendisini seyrettiğini de o an fark etti. Duygularını yansıtmayan gri-mavi gözleriyle sanki Alp’in içine bakıyordu.
Yavrusunu korumaya çalışan bir kaplan… Heybetli ama doğa karşısında gücü belli. Yine de vazgeçmiyor… Gücünün son damlasına kadar mücadele ediyor… Baba olmak, tehlikelerle dolu bir ormanda asla gözünü kırpmamak demekti belki de. En masum yaprağın altında yılan aramak, kırılabileceğini hesaplayarak hiçbir ağaca yaslanmamak… Hep yalnız olmak. Ödül, huzur içinde uyuyan yavrusunun yüzündeki gülümseme olsa gerekti.
Yerinden kalkarak yanına yürüdüğünde, Süreyya Ural’ın bu dünyada en fazla kıskandığı insan olduğunu biliyordu. Bu adam… Alp’in dünyasında olmayan her şeydi.
Oğlanın yaklaşmasını temkinle izledi Süreyya. Artık odadan fırladığındaki kadar kızgın görünmüyordu. Daha çok… sınava girecek öğrenci tedirginliğinde, sanki avuçları terliyordu. Yine de dimdikti. Asi. Yalnız. Kavgaya değil de yenilmemeye niyetli…
Dikilmedi karşısında. Oturdu yanına. İlginç. Ortak bir kederi paylaşır gibi… Süreyya onu seyrederken o da sanki karşıya bakarak güç topluyordu.
“Hasta yatağında bile önce seni düşünüyor. Bu hiç adil değil.”
Tedavi ol, gel. Hayır, hiç adil değildi hem de. Ne kadar basitti onun hayatı. Bir kızda zevklenirken diğerine laf yetiştirmek… İçindeki enerjiyi kimliği ne olursa olsun önüne çıkan kuytulara bırakıp gitmek… Bakmamak… Görmemek… Anlamamak… Hissetmemek… Sevmemek… Sahiplenip ait olmamak… Koruyacağı bir yavruya neden olmamak…
Gerçek insanlar gerçek hayatlar yaşarken bir kenarda tek başına mastürbasyon yapmaktan öte değilmiş ki Naz’dan öncesi. Ve o, Naz’a tedavi olmasını söylemişti. Hasta olan oymuş gibi…
“Özür dilerim.”
Anlamsız bir kelime. Özür dilendi, konu kapandı. Yolumuza bakalım. Naz? Ha, o mu? O, yatakta kaldı. Alp bunu kast etmemişti, Süreyya Ural da zaten anlam yüklemedi. Sadece baktı.
Alp Süreyya’ya dönüp Naz’a benzeyen hem tanıdık hem yabancı gözleri seyretti bir süre. Sevdiği her şey o gözlerdeydi. Naz bu adamın eseriydi. Yabancılığı bir kenara itti, Naz’a açtı içini.
“Doğduğum için… Annemin ölümüne yol açtığım için… Babamı bu hale belki de ben getirdiğim için…” Laf… Laf… Laf… Naz o yatakta kıpırdayamazken bunlar Süreyya için hiçti. “Bir asalaktan başka bir şey olmayı başaramadığım için… Naz’ın değerini anlamadığım için…” İşte bu hiç değildi. Süreyya için her şeydi. “Onun tüm hayatının ağzımdan çıkan gereksiz kelimelerle değişmesine neden olduğum için…”
Evet… Alp Kalaycı. Naz’ın sebebi. Bunu kelimelere dökmesi, en azından ne yaptığını bilmesi Süreyya’nın içini rahatlatmalıydı aslında. Oysa hala bomboştu içi.
“Sizin en kıymetli varlığınızı elinizden aldığım için…”
Bunu duymak da adil değildi. Özellikle bu zibididen. Kalbine doğrudan yediği bir yumruk etkisiyle nefesini kesti kelimeler. Oracıkta, o bankta ölmekten korktu. Üzüntüden. Kuzusu hayatın içinde değildi artık. Kenara bırakılmıştı. Hayat akıp gidecek, yıllar geçecek, o hep orada kalacaktı. Bütün dünyası beyaz bir tavan olacaktı.
“Siz onu bir bitkiye çevireceksiniz. İsteyerek değil. Kaçınılmaz olduğu için…”
Aynı şeyi düşünüyor olması, alamadığı nefesin öfke olarak ciğerine dolmasına engel olmadı. Ne diyordu bu zibidi! Süreyya elinden gelse Naz’ı için canını verirdi! Ama gücü bu kadardı! Ona ikinci bir hayat, bir fırsat veremezdi ki!
Bir an hiç kıpırtısız tavana bakan, sonra Alp’le cıvıldayan iki Naz geldi gözlerinin önüne. İlkinde bitkiydi Naz. Alp’in yanında ise… Ona ilişti yeniden gözleri. Zibidi! Tepkilerini de izliyordu konuşurken. Kendisini kızdırdığını biliyordu. Ses tonunu özellikle kısık ve itiraf tonunda tutuyordu. İçinde biraz sinirli, asi, talep eden, kavgacı ton olsa, Süreyya’nın kalkıp gideceğini belki de biliyordu. Doğrudan gözlerine bakıyordu. Yalan söylemediğini, içini ortaya döktüğünü haykırır gibiydi.
 “Torununuzu da aldım. Ben olmasam, bir gün belki de dede olabilirdiniz. Şimdi… Kızınızın bedeninde ondan bir parça yeşeriyor ve siz onun hiç doğmamasının daha doğru olacağını düşünüyorsunuz.”
Dede!
Düşen biberonu yeniden elleri arasına tutuşturacağı kıvırcık saçlı bir kız… Ya da bezli poposunu sallayarak halının üzerinde emekleyen, yorulunca devrilip dinlenirken dedesine gülümseyen minik bir oğlan… Giderek yaşlanan ve belki de bebeğin salıncaktan düşmek üzere olduğunu gördüğü halde zamanında yanına yetişemeyeceğini bilecek yaşlı bir adam…
Yaşlı değildi aslında. Ama Naz’ı görerek yaşlanacaktı, biliyordu. Her gün daha da kahrolacak, tükenecekti. Ölümden korkacak, korktukça her gün ölecek, daha da hızla yaşlanacaktı.
Acı yüzüne çoktan yerleşmişti ve Alp onun bütün duygularını canı yanarak yüreğinde hissediyordu. Hayret… Reha’yı hissederdi. Onun kızgın, heyecanlı, küskün oluşlarını anlardı. Ama onun dışında ilk kez Süreyya Ural’ın acısını sanki onunla birlikte yaşıyordu. O dede olamayacaktı, Alp baba… O kızından mahrum kalmıştı, Alp Naz’ından.
“Beni alın.” Ne dediği hakkında Alp’in hiçbir fikri yoktu. Kelime öylesine ağzından dökülmüştü. “Lütfen.”
Süreyya’nın yüzüne yerleşmiş olan boş bakış, onun da anlamı kaçırmış olduğunu gösteriyordu.
“Gereksiz varlığımın gerekli bir şeylere neden olmasına olanak sağlayın.”
Kendini ve evreni, dünya üzerindeki varlık nedenini belki de o an çözdü Alp. Çünkü sonrasında kelimeler hiç durmaksızın akıp gitti yüreğinden.
“Naz’a bakayım. Bebeği doğurmak isterse ona bakayım. Siz ne derseniz… Nasıl derseniz… Çalışanınız olayım. Köleniz olayım. Oğlunuz olayım. Ama yanınızda olayım. Kızınızı size geri vereyim. Ben de ona kavuşayım. O benimle bitki olmaz. O benim Naz’ım olur. Anne olur. Aile olur. Yuva olur.”
Nefes alınmadı. Yaprak kımıldamadı. Karınca yürümedi. Evren, Alp’in kelimeleriyle durakladı. Süreyya, bu kez içini sarmalayan bin bir duyguyla nefessiz kaldı. Alp Süreyya’nın Naz gözlerine baktı… baktı…
“Lütfen. Alın beni.”
Naz’ın Alp’i… Serilivermişti Süreyya’nın gözlerinin önüne. Hesapsız… Korunmasız… Kızıyla bir kez daha gururlandı. Bu çocuk… Kayıp ihtimali çok yüksek olsa da denemeye değer bir sevdaydı. Ama… imkânsızdı.
Süreyya’nın yüzünden geçip giden duyguları Alp de izliyor, her kelimesiyle daha da korkuyordu. Yine de susamıyordu. Naz’a ulaşabilecek kelimeleri arıyor, ama ağzından makineli tüfek misali fırlayan duygularına zincir vuramıyordu. Sustuğunda, adamın gözlerindeki boşluk canını yaktı. Olmuyordu. Olmayacaktı. Dünya üzerinde Naz’ın dışında kimse Alp Kalaycı’nın içindekileri göremeyecekti. O, piç Alp’ti. Kadın delisi. Pisliğin kendisi…
“Güvenilecek bir tarafım olmadığını biliyorum.” Adamın bunu düşündüğüne adı gibi emindi çoktan. “Ama hayatımda Naz varken kötü biri değilim ben. Nasıl olurum bilmiyorum ama kötü bir baba da olmam sanki. Babam gibi olmam en azından.”
Buna çok emin olduğu dudağının kıvrılmasından belliydi. Sonra gözleri Süreyya’nın gözlerine takıldı bir süre, o kendinden emin duruşu biraz kırıldı.
“Sizin gibi de olamam ama sizden bir şeyler öğrenirim. Bakarım ben onlara. Severim ikisini de. Çok severim. Lütfen. Sevmeme izin verin.”
Çok mükemmeldi. Çok. Gerçek olmayacak kadar. Cengiz’in cümleleri beyninde saklandıkları yerden bir yılan gibi süzülüp ruhunda dolaşmaya başladı.
“…pisliğin dölü. Ben babasını iyi bilirim, o da ondan farklı değil…”
“…engelli bir kızdan yararlanmakta sakınca görmeyen…”
“…insanın içindeki hırsı, zayıflığı, açgözlülüğü, cehaleti kullanıp…”
…lütfen. Sevmeme izin verin…
“ …ilkesiz, şerefsiz mikroplar…”
“…gözünün içine baka baka hayatlara kıyarlar…”
…alın beni…
“…bir psikopatın kurbanı…”
“…babasına bak, oğlunu al…”
…kötü biri değilim ben…
“…işledikleri suç tanımı ceza kanununda yok…”
…oğlunuz olayım…
 “…Naz alkolle, uyuşturularak, kandırılarak…”
…kızınızı size geri vereyim…
Çok mükemmeldi Alp. Çok iyi. Çok yumuşak. Çok saf. Çocuksu… Gözlerini kırpmadan umutla kendisine bakıyordu. Gerçek olamazdı. Hayır.
“Çok dokunaklı bir sahneydi bu Kalaycı.”
Umudun bir yüzde parçalanıp cansız yere dökülüşü kadar acıklı ne olabilir ki? Yerini donuk bir yalnızlığa bırakışı kadar… İndirilmiş kalkanların yeniden nasıl yükseltileceğini hatırlamakta zorlanacak kadar…
Bir an hata yapıyor olduğu duygusu sardı içini Süreyya’nın… Ama geri dönüş yoktu.
“Nedenlerini bir an için düşünmeyelim, sonucu düşünelim.”
Nedenler sonuçtan daha vahim demekti bu.
“Ona bir kadın gibi davranıyorsun. Senin kadının olamadığında bu Naz’a kendisini daha da eksik hissettirmez mi?”
Boştu Alp. Bomboş…
“Naz’dan sıkıldığında ne olacak peki?”
Kilitlenmiş, parçalarını bir arada tutmaya umutsuzca çalışır gibi…
“Kadınları seviyorsun. Onlar da seni seviyorlar. Yakışıklısın. Etrafında dolanıp duracaklar.”
Kusacak gibi… Bir daha asla ısınamayacak gibi…
“Üç gün beş gün sonra kendini birisinin yatağında bulacaksın. Üzerinde onun kokusuyla kızımın yanına geldiğinde… ya da gelmediğinde… Naz ne hissedecek?”
Artık dinlemiyor ya da söyleneni algılamıyor gibi…
“Bunu yaşamasına ne gerek var? Baştan sensiz başlaması onun için daha güvenli olur.”
Kaybetmiş, bitmiş gibi…
“Bir de neden sorusu var tabii. Hakkında araştırma yaptırdım Kalaycı. Beş parasızsın. Babanla aranızdakiler beni ilgilendirmez, ama kızımdan istediğin…”
“Lütfen! Yeter!”
Konuşturmadı Alp ötesini.
“Bu benim için çok ağır.”
Bir daha Süreyya’ya bakmadı da.
“Bunları düşündüğünüz için sizi suçlayamam ama dinlemek zorunda değilim. Anladım. Lütfen bu düşüncenizi Naz’a söyleyip ona kendini bir kâğıt parçasından daha değersiz hissettirmeyin olur mu?”
Öne eğilip gözlerini yere dikti. Hiçbir görüntüyle başa çıkamayacak gibiydi.
“Evet, beş kuruşum yok. Naz ve bebeğin bakımı için gerekli olmasa, paraya ihtiyacım da yok. Ama onların ihtiyaçları çok önemli ve ben bunu karşılayamam. O halde artık konuşacağımız bir şey yok.”
Derin bir nefes aldı sonra.
“Bebeğimiz… Doğmamasının ikisi için daha iyi olacağını düşünüyorsanız…”
Sustu. Sonrasını söyleyemiyor gibi. O gücü içinde bulamıyor gibi… Süreyya’nın şanslı olduğunu düşündü. Onun nedeni vardı. Adını kader koyardı, alın yazısı, Allah’ın takdiri, vs… vs… Kendisininki seçimdi. Bunun sığınılacak ilahi hiçbir yanı yoktu.
“Siz Naz’ın babasısınız. Ona nasıl baktığınızı görüyorum. Bebek doğacak olsa, ona da öyle bakarsınız. Sevgiyle… Üzerine titreyerek… Bu bakışı sadece sizde gördüm ben. O yüzden… Bebek için de en doğrusunu sadece sizin düşünebileceğinizi biliyorum.”
Sesi titreyince sustu bir an.
“Ben size inanıyorum. Canımdan can gidecek ama size karşı çıkmayacağım. Bebek konusunda kararınıza uyacağım.”
Biraz daha sustu. Kaybını sanki o an veriyordu. Bebeğiyle orada vedalaşıyordu. Derin bir nefes aldı. İyi olacaktı. Bebeği iyi olacaktı.
“Ama Naz konusunda…”
Kaldırdı başını, döndü Süreyya’ya. Dimdik baktı bu kez meydan okuyarak.
“Üzgünüm ama kapınızın önünde kaldırımda yaşayan bir dilenci olmam gerekse bile ona ‘Alp gitti.’ diyemeyeceksiniz. Naz ve ben sonuna kadar aynı havayı soluyacağız.”
Kalktı sonra, ardına bir kez olsun bakmadan uzaklaştı. Genç adamın gidişini seyreden Süreyya’nın içinde bir şeyleri yanlış yapmış olmanın tedirginliği çok şiddetliydi. Naz’a güvenmemişti. Onun duygularına güvenmek yerine Cengiz’in tecrübelerine inanmayı seçmişti. Her zaman da seçimini bu yönde yapardı. Ama içindeki şu ses…
Naz’ın erkekleri bahçede birbirlerinden uzak köşelerde nefeslerine kavuşmaya çalışırken, 428 numaralı odanın kapısı aralandı ve bir başka Kalaycı odaya girdi. Kapıdaki korumaları biraz önce kendi adamları halletmişti. Şimdi, yatakta hiç hareketsiz yatmakta olan hazinesine rahatça bakabilirdi.
Kıza daha önce hiç dikkat etmemişti. Sakatlarla işi olmazdı. Ne cahillik! Oysa bu sakat kız onun en büyük ödülü olabilirdi.
Odaya birinin girdiğini biliyor olmalıydı. Nefesini duyuyordu belki de. Ama kim olduğunu bilmiyordu. Çünkü bakamıyordu. İçinden uzun soluklu bir kahkaha yükseldi. Ziya ses çıkarmadığı sürece kız korkacaktı. Korku gözlerinde birikecek ama o ses çıkaramayacaktı. Sertleşen organını memnuniyetle karşıladı. Ucu seğiriyordu. Pantolonun üzerinden kavrayıp bir süre zevki hissetti.
Kız güzeldi. Ona dokunmak keyifli olacaktı. En azından sakat da olsa mide bulandırmazdı. Aksine… Kendisini istemeyecek ama itiraz edemeyecekti. Kimseye şikâyet edemeyecekti. İlaca gerek yoktu. Kız onundu. Hissetmese de ona yapacağı her şeyin görüntüsünü tavana koyacağı ekrana yansıtacaktı Ziya. Her yeri ayna yapacaktı. Yansımalar tüm odayı o gözlere toplayacaktı. Sesli olarak anlatıp kulaklarından da sikecekti onu.
Bir an kahkahasını yüksek sesle kaçırmaktan korktu. Ağzı kurudu. Kızla ıslatmak istedi dudaklarını. Onu yalamak ve ısırmak istedi Bunun yerine kendi dudaklarını ısırdı. Sıvazladı elinde kendini. Lanet olsun! Böyle bir hazineyi bunca sene nasıl gözden kaçırmış olabilirdi? Bakımını üstlenebileceği birbirinden güzel kimsesiz kızlarla doluydu bakımevleri. Olmadı kendi engelli kızını kendisi üretirdi. Evet… Ders vermek istediği kurbanlarının kızları… Hepsi onundu. Bugüne kadar sadece bedenlerini ele geçirmekle vakit kaybetmişti. Oysa şimdi… Bu sakat kızın sadece bedeni değil, ruhunu da ele geçirebilirdi. Aklını yitirene kadar oynardı onunla. Korku tüneli yapardı onun odasına. Hangi böceklerden korkardı acaba? Bedenini çok hırpalamayacak ama ruhunu darmadağın edecek küçük hayvanlar. Kaçamazdı… Tavandaki ekrandan bir örümceğin bedenine yaklaşmasını seyrederdi… ya da… bir fare… yılan… Bu kez kahkahasını tutamadı.
Kız artık korkudan delirmiş olmalıydı. Ve Ziya boşalmak üzereydi. Kızın yanına gitse… Eli yerine kendisini onun ağzına verse… Muameleye ihtiyacı yoktu. Onun gözlerindeki şok yeterdi. Ama içinden bir ses, kızı otelde hazırlayacağı özel odaya götürene kadar ona görünmemesi gerektiğini fısıldıyordu. Şu an yaşadığı zevki ondan saklayamazdı.
Gözleri karnına ilişti sonra. Küçük finosu… Oradaydı. Kız olacaktı. Olmak zorundaydı. Olmazsa, Ziya onu bir kere daha doğurturdu. Erkek bebek Alp gibi kendi kendine büyürken… Halası olan kız kardeşi dedesinin kucağından hiç inmeyecekti. Halası, kendi babasına âşık olacaktı. O ne derse yapacaktı. Finosunu sadece kendisi besleyecekti. Biberonunu eline alacak… Odalarına kapanacak… Ve anne fino seyrederken ah! Ah! Evet! Siktir, evet! Çok uzun sürdü… Evet! Çok uzun… Çok güzel… Epeydir hiç bu kadar büyük bir doyum hissetmemişti. Çamaşırının içi göl olmuştu. Finosu… yavru finosu ve annesi… Kalan yıllarını onlara teşekkür ederek geçirecekti. Fermuarını açtı. Çıkan sese anlam vermeye çalışan sakat kızın nefesini tuttuğunu buradan bile biliyordu. Havlu peçetenin olduğu yere yürüyüp kopardı. Ucunu sıkarak zevki bir süre daha hissetti. Zavallı anne fino ne olduğunu anlamak için dönüp bakamıyordu bile. Elinde bir kez daha seğirdi. İnanılmazdı. Kurulandı. Çamaşırının içini, hala sert olan aletini… Ağızlarına çok yakışacaktı. İkisinin de… Peçeteyi çöpe attı. Çamaşırını düzeltip fermuarını çekti. Yataktaki kızı aklına iyice kazımak ister gibi her ayrıntısını ezberledi ve sessizce odadan çıktı.

«

VURUCU (Ağır Roman)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin