45 Her Sabah Bir Kaşık

0 0 0
                                    

Vurucu Bölüm 45

             

[Her sabah bir kaşık]

Dr. İskender Kefeli
Nöroşirurjist
Olabilseydi güzel olurdu tabii.
Seksen üç yılında henüz yirmi beş yaşındayken, çok kısa sürede ailesinin yok oluşuna şahit olmuştu. Önce ablası. Güzeller güzeli Zehra Kuyucak dört aylık hamileyken bebeğini kaybetmişti. Ardından eniştesi Almanya’ya gitmişti. Üç ay sonra ablasının cenazesi çıkmıştı evden. Annesi ertesi hafta, babası da dört ay sonra uykularında göçüp gitmişlerdi. 
Okulu bırakmıştı İskender. Almanya’ya eniştesini aramaya gitmişti. Geriye kalan tek akraba onu biliyordu. Orada bir harabeyle karşılaşmıştı. Alkolden ve uyuşturucudan çökmüş, bitmiş bir adam.
“Benim yüzümden,” demişti İskender’e. “Ablan travertenleri çok severdi. Doğum hediyesi olarak Karahayıt’ta bir arsa almak istedim ona.”
Vazgeçmesini söylemiş önce birileri. Kalaycı’nın topladığı arsaların devamıymış yeri. Ama sahibi sevmiş enişteyi, ‘kumarhaneye yol olacağına aileye yuva olsun’ demiş. Notere gidecekleri gün zarf vermişler eline. İçinde ablasının resimleri…
Eve koşmuş, hastanede demişler. Hastaneye koşmuş, bebek gitti demişler. Elinde silahla otele gitmiş, onu da orada halletmişler.
Enişte, bunları anlattığı günün akşamında altın vuruşunu yapmış, İskender de Almanya’da bir başına kalmıştı. Dönebilse, ilk adres Kalyon Otel olurdu, neyse ki parası yoktu. Kalaycı’yı öldürmeye ant içerek hayatta kalmayı başarmıştı. Doktor yerine jigolo olmuş, anlaşmalı evlilikle kendisini yaşlı bir kadının hizmetine sunmuştu. Kadın ölene kadar bulduğu her kitabı okumuş, öğrenmiş, para kazanan bir iş bile kurmuştu. Medikal sektörü, onun kadar bilgili bir insan için maden olmuştu.
Dokuz yıl sonra, son bağını da koparmak için ülkeye dönmüş, evi alt komşuya satmıştı. Kalaycı’ya olan nefreti asla dinmese de İskender bu süre içerisinde haddini bilmeyi öğrenmişti. Tek başına girişeceği her eylemde eniştesi gibi düdüklenirdi. O halde, koşullar uygun olana kadar beklemesi gerekirdi.
Uygun koşuldan kastı büyük ikramiyeyi kazanmak değildi ama talih kuşu başına tam bir sene sonra konuvermişti. Evi alan komşu telefon açmış, birilerinin ailesini aradığını söylemişti. Telefonlar işlemiş, adamla konuşulmuş ve intikam tanrılarına şükranlar sunulmuştu.
Himmet Polat ile yaptığı görüşmenin sonrasında uçmuştu Türkiye’ye. Adamı dinlemiş, verdiği CD’de hem ablasını, hem eniştesini seyretmiş, bütün bir gece içmişti. Ertesi gün de sonunda yok olmayı göze alarak Akif Erduran ile tanışmıştı.
Acelesi yoktu. Parası çoktu. Yıllar boyu içinde biriken kin, ablasına yapılanları gördüğünde durdurulamaz bir volkana dönüşmüştü. Plana ilk andan itibaren hâkim olup, mükemmelleşene kadar üzerinde çalışmıştı. Listedeki her isimle konuşmuş, hepsinin profesyonelleştikleri alanı belirlemiş, isteyen herkesi de mizansene dâhil etmişti. 
Süreyya Ural ile tanışması, planın seyrini değiştirmişti. Onun sayesinde, Seda hemşireye ulaşma şansları olmuştu. Hastalığın hangi evrede olduğu, açığa çıkmış olan semptomlar, Kalaycı’nın ufak tefek alışkanlıkları… Verdiği bilgiler kadar, aldatılmış bir kadının sınır tanımaz öfkesiyle kadroya dâhil olmuş olması da paha biçilmezdi.
Seda saftı. İnsanlara inanır, ihtiyacı olana elinde avucunda ne varsa verirdi. Dünyayı kendi bahçesi gibi temiz bilirdi. Bu yüzden Ziya oyunlarını üzerinde oynamaya başladığında, bir adım ötesini görmeyi beceremedi. Yaptıklarını dinlese ‘sapık’ diyeceği adamın her bahanesine çocuksu bir aymazlıkla inandı. Naz’a ihanet ettiğinin farkına varmadı. Efsunlanmış gibi, aşkın ve hazzın peşinde doğru ile yanlış arasındaki çizgiyi geçti, anlamadı.
Masumiyet geri dönülemeyen tek istasyondu. Seda da bilet almadan yola koyulmuştu. İlk ilişkisini merdiven aralığında yaşadığında bedenine, üç adamın dokunuşlarından istemsizce zevk aldığında ise ruhuna olan saygısını yitirdi. Masumiyeti yerini önce sessiz bir öfkeye, ardından da keskin bir kine bıraktı. İskender Kefeli kapısını çaldığında, o artık Ziya Kalaycı için ölümcül bir silahtı.
Artık ekip tamamdı. Yola çıkmadan önce yapılacak son bir şey vardı. Listedekilerin tamamına şu soru soruldu…
Ziya Kalaycı’nın cezasını kim vermeli?
1 Tanrı
2 Mahkeme
3 Biz – Başka şıkkı işaretleyen olmadı.
Ziya Kalaycı’nın cezası ne olmalı?
1 Ölüm
2 Cezaevi
3 Kısasa kısas – Başka şıkkı işaretleyen olmadı.
Amaç tek olunca, ötesi kolaydı. Kimse birbirini tanımasa da onlar artık aileydi. Parası olanlar masrafları üstlendi. Gönen’deki hara devralındı. İçi Ziya için hazırlandı. Ziya’nın kamu ve özel sektörde sızdığı bütün kadrolar listede olduğundan, İskender Kefeli’nin bilgileri ilgili kayıtlarda kolayca düzenlendi. Nüfus… Üniversite… Sağlık Bakanlığı… Adalet Bakanlığı… Dışişleri Bakanlığı… Büyükelçilikler…
Tam bu sırada Ziya’nın ailesi keşfedildi. Ölen karısı ve oğlu. Sonrasında da grupta ilk kez fikir ayrılığı yaşandı.  
Bir kısmı Alp Kalaycı’nın babasından farkı olmadığını söylüyordu. Yaşadığı hayat, kadınlarla ilişkileri, içkisi, kumarı, kulüpte babasından asla farklı olmayan davranışları… Onun bir tehlike olduğuna inanıyor, babasıyla aynı şekilde cezalandırılması gerektiğini savunuyorlardı.
Bir kısım ise kötü bir çocuk ile bir ruh hastası arasında fark olduğunu söylüyordu. Alp Kalaycı suç işlemediği sürece kötü olmaktan yargılanamazdı. Onlar savcı ya da hâkim, geçerli olan da orman kanunu değildi. Herkes ama herkes kanunlara uymak zorundaydı. Grubun tek istisnası Ziya Kalaycı’ydı, bunun dışına çıkılamazdı.
Ama asıl bomba, küçük Kalaycı’nın küçük Ural ile olan bağlantısı keşfedildiğinde patladı. Ne oluyordu? Süreyya Ural bu bilgiyi neden paylaşmamıştı? O CD’lerin kaynağı Kalaycı’nın oğlu muydu? O zaman… Ortada farklı bir oyun mu vardı?
Akif Erduran, tek başına ziyaret etti Süreyya Bey’i. İlk günkü gibi oturdular şirketteki odada. Ve Akif, o günkü gibi konuştu Süreyya Ural’la.
“İkimiz de babayız Süreyya. Çocukları için korkan iki baba. Şimdi… Bilmem gerekiyor. CD’leri sana getiren Alp Kalaycı mı?”
Hayatı zaten tepetaklak olmuş Süreyya, bu soru ile iyice sarsıldı. Alp’in, kendi ailesiyle ilgili gerçekleri öğrenmesinin önüne geçmek zorundaydı. Bunun da tek bir yolu vardı.
Akif’e Alp Kalaycı’yı değil, zibidiyi anlattı. Oğlanın iyi ile kötü arasındaki sınırda, Naz’ın elini tutarak ayakta kalışını… Tek bir cümle ile bu dengeyi bozmanın oğlanın şakağına sıkılacak bir kurşundan farksız oluşunu…
Süreyya anlattı, Akif ağladı. Alp’in annesine ağladı. Alp ve Naz’a ağladı. Bebeklere ağladı. Süreyya’ya ağladı. Pırıl’ına ağladı. Ayrılırken, Alp’in düşman değil kurban olduğunu artık biliyordu. Adı listede yer almayan kurban…
Ve grup, Akif’in garantörlüğünde Alp Kalaycı’yı bir kenara bırakıp hevesle işe soyundu. Otele gidecek ekip titizlikle seçildi. Kalaycı hiçbirini ismen ya da fiziken tanımıyordu. Araştırma yaptığında bulacakları belliydi. Hepsi aynı işyerinde çalışan orta gelir seviyesindeki insanlardı.
Listedeki psikolog, tam bir gün boyunca onlara psikolojik bir vaka olarak Ziya’yı anlattı. Kimdir? Kim olduğunu düşünmektedir? Hayatı nasıl algılar? Onun normali, ilgileri, beklentileri nelerdir? Bunların sağlıklı bir insanın bakış açısıyla farkı nedir? Onu bir sapık olarak görmekle hasta olarak görmek arasındaki fark neden önemlidir? Bir hastaya nasıl davranılır? Ziya’nın dikkati nasıl çekilir, merakı nasıl uyandırılır? Zaafları nelerdir ve bunlar ona karşı nasıl kullanılır?
Ve ayrıca… Ziya’dan bağımsız olarak… sağlam bir yalan nasıl söylenir? Beden dili, mimikler nasıl kullanılır? İnanmanın söylenilen yalan üzerindeki gücü nedir? Neye inanılacaktır? Parkinson… İskender Kefeli… Alternatif tedavi… Kesin çözüm… Gizlilik… Ayrıcalık… vs. vs. vs.
Bu eğitimdendir ki, profesyonel bir tiyatro ekibinden çok daha başarılı bir iş çıkardı otele gidenler. Ziya çok akıllıydı ama av olmayı bilmiyordu. Kimsenin kendisini avlamaya cesaret edeceğine ihtimal vermiyordu. Kendi aklından üstün bir akla inanmıyor, insanları küçümsüyordu. Hele ki orta yaşlarda on iki kişilik bir grubun konuşmalarının gerçek olmaması için hiçbir neden düşünemiyordu.
O yüzden de kulağına çalınan her söze inandı Ziya. Bir doktor vardı. Parkinson hastalığının tedavisini bulmuştu. Kesin çözümdü. Nokta.
Ziya’yı inandırdılar. Hasta olduğu konusunda onu uyardılar. Hangi doktora gitse, doğrulanacaklardı. Bu da Ziya’nın gözünde inandırıcılıklarını pekiştirecekti.
Geleneksel tedaviye başlamamış olma şartı, Ziya’yı kendi doktorlarından uzaklaştırmakla kalmayacak, tek tedavi şansı olan İskender Kefeli’ye de gebe bırakacaktı. Ziya, kendini insanlardan üstün gördüğü gibi, doktorlardan da üstün görüyordu. Onların hastalığın tedavisi olmadığı yönündeki uyarısına rağmen, kendisinin onların bilmediği bir bilgiye sahip olmuş olması onun için çok normaldi. Doktorlar yanılıyordu. Tedavi vardı. Ziya biliyordu. Konu bu kadar basitti. Gidecek, tedavisini olacak ve iyileşecekti.
Alkış.
Bilgi güçtür. Bir ruh hastasından korkmak yerine beyninin nasıl çalıştığını anlamak, onu yönetmenin tek yoludur.
Ziya artık kendisi için hazırlanmış olan tuzağa girmek üzereydi. Elbette son ana kadar her şeyin kontrolü altında olmasını isteyecek, aşırı dikkatli olacaktı. Bu aşamada artık on iki kişiden çok daha fazlasıyla sahneye katılan ekibin hata yapma ihtimali yüksek olduğundan, Ziya’nın dikkati dağıtılsa iyi olurdu.
Haraya yapacağı ön ziyarette, İskender Kefeli ile bizzat görüşmek istediğini belirtmişti Ziya. Hay hay. Doktorun tek boş saati öğlen yemeğindeydi. Birlikte yiyebilirlerdi.
“Deniz ürünleri,” demişti Ziya’yı sofraya alan görevli. “İskender Hocamın en sevdiği mezeleri bulundururuz o geldiğinde.”
Ziya da severdi deniz ürünlerini. En çok da havyarı… Tadı yüzünden değil. Ya da statü göstergesi olmasından… Hayır. Elde ediliş biçiminden… Havyar, yumurtalı dişi Mersin ve çiroz balıklarından elde edilirdi. Balıklar canlı olarak yakalanıp karınları kesilir, içlerindeki yumurtaları yani havyarları alınır ve karınları dikilerek suya geri bırakılırdı. Bu şekilde, bir balıktan üç dört yıl üst üste havyar elde edilebilir. Tıpkı Ziya’nın yaptığı gibi… Ziya da avlarını canlı canlı yakalar, bedenlerini, ruhlarını, onurlarını alır, adamlarına bırakırdı.
Bu odadan atların üzerinde salınan taze bedenleri göremiyor olmak bir kayıptı. Gözlerini kapatıp bir süre hayalindeki çığlıkları dinledi… Nefesi hızlandı. Buradan çıktığı an kendine mükellef bir ziyafet çekecekti.
Ah… kimbilir bıçak karnına yaklaşırken o balık ne hissederdi. Uzandı ve havyardan bir kaşık aldı. Karnı kesilirken. Ekmeğin üzerine sürdü. O leziz yumurtaları alınırken. Kokladı.
Şaşkınlık.
Yavaşça küçük bir ısırık aldı.
Korku.
Çiğnedi.
İtirazlar.
Ağzının içinde dolaştırdı.
Yalvarışlar.
Dilini gezdirip tadı her noktaya yaydı.
Çığlıklar.
Hazzın tadını çıkardı.
Gözyaşları.
Ve yuttu.
Kasıklarının arasında biriken kanın kalbinden pompalanışını sanki beyninde duyuyordu. Elleri, ağzı, penisi… İçinde çağlayan enerji bedenine fazla geliyor, yakıp yok edeceği bir yer arıyordu. Avlanmak zorundaydı. Cinsel birleşme yapmak değil… avlanmak.
Gözlerini kapatmış olduğunu, açıp da tam karşısında kendisini seyreden adamı gördüğünde anladı. Sıradan, herhangi bir adamdı. Otuz otuz beş yaşlarında. Kumral. Kısa boylu. Donuk… Masadaki diğer sandalyenin yanında durmasından el sıkışmak gibi bir niyeti olmadığı belli oluyordu.
“Zevk aldığınızı görmek ne büyük mutluluk.”
Anlamış mıydı? Nasıl ama? Hayır. Havyarı kastediyor olmalıydı. Kimdi bu? Kefeli mi? Dosyasında adamın çok eski bir fotoğrafı vardı. Gözleri aynı gibiydi ama soğuktu. Çok soğuk… Aklı bulandı. Gözler başka gözlerle karıştı. Yalvaran… Korku dolu… Canhıraş… Başı döndü.
“İyi misiniz?”
Gözlerini sıkıca yumup bir süre bekledi.
“Başladı demek…”
Ne? Ne başladı?
Gözlerini yeniden açıp adama odaklandığında o çoktan karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Hizmetliler ellerinde tepsilerle gelip salatalar, somon balığı, soslar, meyvelerle masayı donattı.
“Hasta sayısı çok olduğundan hızlı yemek zorunda kalıyorum maalesef. Bu yüzden ileride mide sorunları yaşayacağım çok açık.”
Tabağına servis edilen balığın kokusu muhteşemdi. Bir şey soracaktı ama ne soracağını hatırlayamadı. Adam konuşuyordu. Ziya dinlemiyordu. Balık… Okyanus… Kendini iyi hissetmiyordu. Amerika… Yedi. Balığı yedi. Salatayı. Biraz daha balık kondu tabağına. Onu da yedi. Havyar… Gözlerini ondan alamıyordu. Uzanıp üç kaşık koydu tabağına. Ağzına aldığında avını tatmışçasına zonkladı.
Koşarak gelen bir kadın, karşısındaki adamın kulağına bir şeyler söyledi. Adamın yüzü buruştu, Ziya’ya kaçamak bir bakış attıktan sonra kadını gönderdi.
Bir şey vardı. Bir şey olmuştu! Neydi?
“Ziya Bey, haftaya sizi burada ağırlayacaktık ama…”
Ne demek ama? NE DEMEK AMA!
“Bakanlarımızdan birisinin ağabeyini acil olarak görmem gerekecek. O yüzden…”
Hayır hayır hayır! İyi değildi. Bu adam iyi olmadığını görmüyor muydu?
“Sakın cümleni tamamlama!”
Ops.
İskender durdu. Kalaycı’nın parkinsonun en büyük tetikleyicisinin cıva olduğunu bilmemesi çok yazıktı. Cıvalı deniz suyunda bekletilmiş somon kendisi için özel olarak hazırlatılmıştı. Havyarla aldığı organik cıva da sistemine çoktan yayılmıştı. Aslında onun havyardan bu kadar çok yemesi hesapta yoktu. İkisi bir arada biraz ağır gelmiş olabilirdi. Kalaycı şu an tüm çiftliği yakacak kadar öfkeli ve kontrolünü yitirmiş görünüyordu.
“Planlandığı gibi önümüzdeki hafta tedavim başlayacak. Yoksa bir daha ne senden bir iz bulabilirler ne de bu çiftlikten.”
Güzel.
“Sizi çok iyi anladığımı sanıyorum Ziya Bey. O zaman… İşlemleri başlatalım.” Arkada duran adamı çağırarak, “Giriş için gereken formları beyefendiye imzalatın. Odamdaki kasadan da kolyesini getirin.”
Yola gel! Ayağını denk al Kefeli! Senin karşında Ziya Kalaycı var. O bakanı da ağabeyini de seni de döndüre döndüre sikerim yavşak!
Ne kolyesi?
Birileri geldi, masanın üzerindeki tabaklar kenara kaydırıldı, yerine evraklar kondu. Çok hızlı hareket ediyorlardı. Her an formların üzerine bir şey dökülecek diye Ziya’nın aklı çıkıyordu.
Kalemi alıp önündeki kağıdı okumaya başladı.
Bu form uygulanacak tedavi ile ilgili olarak hasta ve yakınlarını bilgilendirmek için hazırlanmıştır. Okutularak notere onaylatılması yasal bir zorunluluktur.
Kadın yine gelmiş, Kefeli’ye fısır fısır bir şeyler söylüyordu.
Bla bla… öngörülen risk ve komplikasyonları bla bla diğer tedavi seçenekleri
“Bakanımızın evine gitmek zorunda kalacaksınız.”
konusunda bilgi iletmek bla bla riskler bla bla aşağıda yazılı bütün
“Yolda çok fazla zaman geçireceksiniz.”
bilgileri  dikkatlice okuyup tüm sorularınızın yanıtlarını bulmadan,
“İkisine birden yetişemezsiniz Hocam.”
Orospu. son sayfadaki formu Seni ben burada inletmezsem bana da…  imzalamayınız.  
“beyefendinin girişini hiç yapmasanız…”
Sayfanın altına ilk imzayı attı Ziya. Yanında duran biri sayfayı çevirdi. Oraya da imza attı. Bir daha çevirdi. Oraya da.
“Yaptık artık Beste. İmza aşamasında vazgeçmek etik olmaz.”
Daha hızlı imzaladı Ziya. Ne gelirse. “Şuraya okudum, anladım yazın.” Neresi gösterilirse. Bittiğinde, kâğıtlar önünden alınıp bir dosyaya kondu, bir adama teslim edildi.
Hemşire mi sekreter mi ne halt olduğu belli olmayan orospu, kâğıtlarla birlikte getirdiği kutudan metal bir yuvarlak çıkardı.
“Bu kolye sizin.” dedi Kefeli. Neydi şimdi bu? Sevmezdi Ziya böyle şeyleri. Boynuna takılmasını beklerken gerildi. “Yarattığı manyetik etki dolayısıyla stresinizi yok edecek ve sizi tedavimize hazırlayacak.”
Sonra… herkes gitti. Sadece Kefeli kaldı.
 “Çıkarmayın.”
Ağzına bir lokma daha aldı.
“Bundan böyle, sizden istediklerimi harfiyen yerine getirmelisiniz Ziya Bey.”
Bir yandan da balığını yemeye devam ediyordu.
“Size vereceğim diyeti aynen uygulayacaksınız. Hemşire hanım size özel hazırlanmış bir program ve bir karışım verecek. Bir hafta boyunca her sabah bir tatlı kaşığı ondan almanızı istiyorum.”
“Elbette. Başka bir şey?”
“Yok.”
Doktorun her hareketi, her bakışı Ziya’nın sinirine dokunuyordu.
“O halde…”
Ziya masadan kalktı, adam yemeğine devam etti. İşi bittikten sonra bu herifin de canına okumayı aklının bir kenarına not etti.
“Bir hafta sonra görüşmek üzere.”
“Her sabah bir tatlı kaşığı.” Her sabah. Tabii. Alırdı. Hele bir analiz ettirsin, ondan sonra alırdı.

«

VURUCU (Ağır Roman)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin