Biyoloji yasalarına meydan okuyan donmuş zirvede bir gün daha kar fırtınalarının vavelyaları arasında geçmekteydi.
Biyoloji yasaları diyorum çünkü lise Biyoloji derslerinden hatırladığım kadarıyla o bilmin yasaları yaşamın devamlılığı üzerine kuruluydu.
Lâkin buradaki öldürücü soğuk, besin kıtlığı ve ölüm korkusu yaşam için büyük bir tehditti. Gerçi ölüm korkusu adlı kriter yalnızca benim için geçerliydi.
O eski, ahşap ve açıldığında ses çıkaran kapı her açıldığında 'Acaba bana bir şey mi yapacak?' korkusu içimi kaplıyordu.
Bu korku bu durum her yaşandığında kendini hissedirse de her seferinde vasıfsız bir duygu oluyordu.
Bana bir şey yapmayı bırak, benimle göz teması bile kurmuyordu. Hiç konuşmuyor, sanki yokmuşum gibi davranıyordu.
Bu tür davranışlar benim korkumu azaltsa da diğer yandan da insanlığımın doğasından gelen sosyal bir varlık oluşumu da zedeliyor ve sinirlerimi ister istemez bozuyordu.
Ama yine de o insanlığın doğasından gelen ve yaşamın temeline dayanan yaşama iç güdüsü ağır basıyor ve sinirlerimi yatıştırıyordu.
O ahşap kapı tekrar açıldığında tanıdık korkuda damarlarımda akmaya başladı. Daha sonra da kapıda beliren Rus adamın mavi gözleri anında beni buldu.
Bu garipti zira dirket korkum arttı ve yutkundum. Çünkü içeri her girdiğinde beni görmezden gelen Rus adamın o sarı çatık kaşları altındaki sert bakışları beni bulduğunda 'Acaba günlerdir düşündüğüm şey gerçekleşecek mi?' diye düşünmeden edemedim.
"Gel buraya."
Net ve sert bir tonla çıkan emrivaki söz korkumu daha fazla arttırsa da duruşumu dikleştirdim ve arkasını dönüp ilerleyen adamın arkasından ilerledim.
Bir kaç saniye sonra evin kenarındaki iki adet taştan nesneyi görmemle birlikte yutkundum.
Dışarıdaki soğuk, soğuğa direnci düşük bedenime etki ederken ister istemez titredim.
Rus adamın bakışları kısa süreliğine bana dönüp beni süzdü ve daha sonrada iki taştan yapılma büyük nesneden birinin yanına gidip elini onun üzerine koydu.
"Bu el değirmeni, buğdaydan un yapmaya yarar."
Daha sonra da ikinci taştan yapılma nesnenin yanına gitti ve "Bu da fırın." Dedi ve bakışları bana döndü.
Ben soğuktan mı yoksa az önce beni öldüreceğinden korkutuğum için mi bilmem ama titremeye devam ederken onun mavi gözlerine bakıyordum.
"El değirmeninden un elde edip onu hamura çevirip, ekmek yapabilir misin?"
Sert ve tez bir vakitte cevap isteyen ses tonuyla omuzlarımı yavaşça silktim ve titreyen bedenimle el değirmenin yanına gittim.
Büyük taştan kolu hareket ettirmeye çalısmamla resmen büyük taş kütlesine yapışmış hareket ettirmeye çalıştığım taş hareket etmedi.
Bir kaç saniyelik büyük uğraşlarımın ardından ensemde hissettiğim sıcak nefesle kas katı kesildim. Bana temas edecek kadar yakınlaşmış Rus adam ister istemez bedenimi taştan farksız etmişti..
Rus komutan kazağını dirseklerine kadar sıyırmış ve bembeyaz tenini ortaya koyan kollarına ait kemikleri belli olan elini, benim ittirmeye çalıştığım kolun üzerindeki elimin yanına attı ve kolu kolayca hareket ettirmeye başladı.
Ben yavaşça kenara çekilip onu izlerken bir tam çembersel yörünge çizdi ve bu yörünge sonucunda büyük taştan yapılma nesnenin yanındaki kovada un birikti.
Daha sonra geri başlangıç yerine döndüğü zaman duruşunu dikleştirip ellerini beline attı ve derin bir nefes alıp verdi.
Nefesi buharlaşıp yukarı çıkarken bana döndü ve buharlar ardındaki yüzüne ait mavi gözleri benim gözlerimin içine bir süre odaklandı.
"Çok güçsüzsün, buğdaydan un elde edemezsin ama ekmek yapabilirsin." Dedi un üretim görevini de kendi üzerine aldığını belli eden bir tonla.
Ben kafamı aşağı eğip bembeyaz kara bakarken kuvvetli ve soğuk bir rüzgar esti ve kollarımı dondurdu.
"Kovada birikmiş olan unla biraz hamur yap, bende fırını yakacağım."
Bir kaç saniye sonra söylemiş olduğu şeyle kafamı kaldırıp un dolu kovanın yanına doğru adımladım.
~~~~
Tıpkı bu evin tüm eşya ve duvarları gibi ahşaptan yapılmış masaya kollarımı koymuş, kafamı da kollarımın üzerine koymuştum.
Yorgun falan değildim ama günlerdir üzerime olan ve yerli yersiz beliren korku, soğukla geçen günlerim manevi bir yorgunluğu bedenime miras bırakmıştı.
Bir kaç saniye sonra kapı tekrar açıldığı zaman kafamı kaldırıp kapıya baktım. Rus adam ellerindeki fırından yeni çıkmış, üzerinde buhar tüten, kokusu burunma gelen, üzeri hafif kararmış üç adet ekmekle içeri girdi.
Ekmekleri hemen masanın üzerine koyduğu zaman duruşumu dikleştirdim ve yerimden kalkıp sobanın üstündeki tencereye ilerledim.
Onun bakışlarını üzerimde hissederken şaşırdığını hissettim. Bu gece sadece ekmek yiyeceğimizi sanmıştı oysaki ben bu ekmeğin yanına birazda çorba yapmıştım.
Çorbayı kaselere koyup masaya geri döndüğümde kasedeki çorbalardan birini onun önüne doğru yavaşça ilerlettim.
Yerime geri oturduğumda bende çorbamı kendime doğru çektim ve kaşığı elime aldım.
Bir kaç saniye sonra gördüğüm manzara ile duraklasam da hemen bakışlarımı geri çektim. Rus komutan yeni yapılan ekmekleri çorbaya bandırıp yiyordu.
Hayır, bu benim için iğrenç bir davranış değildi ama Alman kültüründe bu görgüsüzlük ve fakirliğin bir simgesi olarak nitelendirildi.
Kültürüme ait dogmatik kurallar hâlâ etkisini gösteriyordu.
Ellerimi fırından yeni çıkmış ve kokusunu tüm kulübeye yaymış sıcak ekmeğe attığım zaman hızla ondan bir parça koparmaya çalıştım.
Ekmek sıcak ve yumuşaktı. Hemen kopardığım parçayı ağzıma atıp çiğnedim.
Ağzıma gelen tat ile yavaşça yerimde sindim. Hafif kömür tadı gelse de ekmeğin lezzetli tadı bu tada ağır basmaktaydı.
Yeni işlenmiş buğdayın kendine has tadı da ekmeğe karışmış ve ekmeğe garip ama hoş bir tat vermişti.
Ekmeğin ağızda hemen dağılan ve nefis bir tat bıran kokusu gerçek emekle işlenmiş olduğunun nişanesi gibiydi.
Bu hissiyat bu donmuş zirvedeki anlık cennetimsi hissiyatlar arasında yer alıyordu ve insanı bir anlığına da olsa sarhoş edip gözünü karartmayı başarabiliyordu.
Bu karartma buranın sert ve soğuk iklimini insana unuttuyor ve biraz olsun mutluluk sağlıyordu.
Bütün bunlar önümdeki ekmekten lokma lokma alıp onu tamamen tüketene kadar sürdü. Tam bu sırada da Rus adamda önündeki ekmeği en az benim kadar afiyetle yemişti.
İkimizde elimizi aynı anda üçüncü ekmeğe attığımız zaman ellerimiz birbirine değdi.
Onun soğuk, nemden arınmış elleri tenime değdiği zaman hemen ellerimi ekmeği alması için çektim. Nedenini bilmiyordum ama ekmeği ona vermiştim.
O masanın ortasındaki üçüncü ekmeği aldığı zaman ben önüme döndüm ve elimi kaşığıma geri attım.
Tam bu sırada önüme koyulan büyük bir parça ekmekle bakışlarım istemsizce ona döndü.
Üçüncü ekmeğin ufak bir kısmı onun ellerindeyken o da önüne geri döndü. Yutkunup yavaşça gevşememle birliktelik o küçük ekmek parçasından kopardığı lokmayı tekrar çorbasına bandı.
Benimle üçüncü ekmeği paylaşmıştı hemde bana büyük bir pay vererek. Geçerken kafamda büyütüğüm kadar tehlikeli ve korkunç bir adam mıydı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rus Ruleti
Romanceİkinci dünya savaşı sırasında ordusundan kaçan bir Alman askeri, ordusunu kaybetmiş düşman bir Rus komutanın eline düşer. Peki bu iki düşman arasında romantik bir çekim yaşanırsa ne olur? Tür: Aşırı Romantizm