Gözlerimizi iki farklı amaç için kullanırız. Görmek ve bakmak için. Hissetmek için değil.
Görmek istediğinizde arar bulursunuz. Bakmak istediğinizde sadece rastlarsınız.
Ben o an hem hissettim batan bir diken gibi, hem buldum kayıp bir yapboz parçası gibi hem rastladım hiç olmayacak zamanda ortaya atılmış gibi.
Sadece gözlerimi ve gözlerini anımsıyorum. Simsiyah fezayı ve masmavi gökyüzünü. Hiçbir zaman Deniz olmamıştı gözlerim, kızmamış köpürmemişlerdi. Kızsalar bile basit birkaç bulutun kavgası gibiydi. Ama şimdi. Şaha kalkmış dalgalarım koskoca fezaya meydan okuyor ve soruyordum.
Alaz, yavrum sen hayırdır?
Kasırga gibi kahkahaları ortalığı kasıp kavuruyor ve yanında kim varsa ona yaslanıyordu, gökyüzüm ile karşılaşıncaya dek. Aklının arşa yükseldiğini anlayabiliyordum pekâlâ ama o gömleğin ilk beş düğmesi neden açık? Anlatsana biraz.
Benden aldığı bakışlarını Onat'a çevirdi ve gözlerim kamaştı fezadaki yıldız patlamalarından. Biri ona elektrik vermiş gibi irkildiğini görebiliyordum. Gözleri burda benim ve Onat'ın ne aradığını fısıldıyor. Ama sadece gülümsüyor ve Onat ile ilgileniyordum. Ya da ben öyle yaptığımı sanıyorum.
Hissettiğim eksiklikle endişelendim: "Tutku nerde, Onat?" Gözlerim hızla etrafımı taradı. Ama radarıma takılan o kadar çok şey vardı ki başım döndü.
Onat sırıtıyor muydu? :"Arkadaşına uğramaya gideceğini söyledi, Yakut. Aklın yer çekimine karşı mı koydu?"
Gözlerimi kıstım. Benimle alay ediyordu ama nedense ona kızamıyordum. Şaka ile omzunu omzumla dürttüm. Aynı şekilde karşılık aldığımda hesaplamadığım bir baş dönmesi vardı. Önce dengemi sağlamaya çalışırken yarım daire çizdim sonra ise yere dikey bir iniiiiş-The End-
Onat bana ne olduğunu son anda fark etti ve ahtapot kollarımdan birini tuttuğu gibi kendine çekti. Gözlerinde kızgın bir kıvılcım gördüm: "Son kez soruyorum, Yakut. İyi misin?!"
Kollarına iyice sindim: "Sadece başım dönmüştü. Biraz oturayım geçer." Ve kendi dördüncü bağımsız krallığını ilan eden mideme burdan kucak dolusu sevgiler! Guruldadı da biraz.
Onat kollarımı tuttuğu gibi kalabalığı yara yara sürüklemeye başladı. Nedensizce sırıtıyordum. Onat'ın korumacı tepkileri çok hoş geliyordu. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim. Kimse beni bu denli korumamıştı. Yanımda olmamıştı. Evet doğru kelimeleri bulmuştum. Lazelnâr'a gelmeden önce Anne ve çevremdeki daha bir çok kişi karşımda ya da arkamdaydı. Oysa şimdi. Aklım insanları yanımda görünce allak bullak oluyordu. Sevgiye alışmak gerçekten zaman alıyor.
Gözlerimle etrafı taradığımda Alaz'ı göremedim. Ve Tutku'yu. Nerede kaldı bu kız?! Hayır yani ihtiyaç anında ortadan kaybolunmaz ki? Kim bilir yine ne hinlikler peşinde. Yalnız bırakmaya da gelmiyo-
"Yakut!"
Onat'a sevimli sevimli gülümsedim: "Efendiim"
Beni tam olduğum yerde bıraktı ve kalabalığa karıştı. Tam olarak böyle yaptı. Annesini kaybetmiş bir çocuk gibi sağa sola bakındım. Birkaç dakika geçince yalnızlığın verdiği yükle gözlerim dolmaya ve etrafımda amaçsızca dönmeye başladım. Birine çarptığımda çok geçti. Panik olmuştum :"Ç-çok ö-özür dileri-im. Ge-gerçekten ya-yanlışlıkla oldu."
Çarptığım devasa adam çenemi iri kemikli sımsıcak elleriyle kaldırdı. Ve ben o an fırtınaların koptuğu gökyüzümde gökkuşaklarının güzelliğine şahit oldum. Hızlı hızlı alıp verdiğim derin nefeslerde duyduğum onun kokusuyla gerçekten sakinleşiyor muydum? Yoksa halisünasyondan başka bir şey değil miydi?
Beyaz Zambak. Annenin bahçesinde olmayan sayılı çiçeklerden biriydi, sonradan fark ettim. Ne olduğunu çok merak ettiğim için şehirdeki botanik bahçelerinden birini ziyarete gitmiştim. İlk o zaman tatmıştım bu eşsiz kokuyu. Öyle güzel kokuyordu ki.
Anne her zamanki gibi yapacağını yapıp eve geç geldiğim için beni bir daha oraya göndermedi.
"Önüne bakma."
Tanrı öküzü yarattı. Hemen ardın da Alaz'ı. Gözlerimi kapatmış öylece beklememe kızdım ve geri çekilmeye çalıştım. Ama Alaz diğer eliyle de sol kolumu tutuyordu. Aklı yerine ne çabuk gelmiş. Üstelik gömleğinin düğmeleri de iliklenmiş. Tırnakları bembeyaz tenime batınca fırtınam koptu: "Ne diyorsun be? Önüme bakmıycakmışım. Bıraksana beni. Delinin zoruna bak. Acıyor ya. Morardı morardı. Derdin ne-"
"Yanındaki velet nerde?"
Bak beni hiç dinliyo mu? Gerçi artık biraz daha yumuşak tutuyo ama yine de bırakmıyo: "Sana diyorum. Ben başımın çaresine bakarım bırak-"
"Bok bakarsın."
En kınayan bakışlarımı ortamın getirdiği karanlıkla Alaz'ın siyah fezasına diktim. Çenemi çoktan bırakmış sadece kolumu tutuyor ve etrafına bakınıyordu.
Hayatımda annenin 'ayıp' dediği ve insanların 'ayıp' demediği çok şey var. Yavaş yavaş fark ediyorum. Onat veya Cenk yanımda o tarz kelimeleri hiç kullanmadılar ama Tutku'dan birkaç defa duymuştum. Ve hoşuma gitmediğini belirtmiştim. Küfretmek hoş değildi. Küfür kendims ait kelimelerimin olmadığının habercisiydi. Kendi lügatımdan hakaret etmek varken neden herkesin kullandığı artık bayatlaşmış kelimeleri kullanıyım ki? Çok saçma.
"Emin ol Alaz. Dişi denizatları doğursa bile başımın çaresine bakabilirim."
Önce kafasını arkaya atarak kahkaha attı. Böyle kahkaha atan insanları hep itici bulurum ama Alaz içinden gelerek güldüğü için yüzümü buruşturamadım.
Sonra boynuna kramp girmiş gibi doğrulup ciddi bir suratla bana bakmaya başladı: "İyi." dedi. Kendimi biran tipiye tutulmuş gibi hissettiren tavrını ortaya koyup çekti, gitti. Ne dedim ben şimdi? Her neyse ben zaten gitmesini istiyorum. İyi oldu da ben niye gitmesini çok istiyormuş gibi davrandım ki? Çünkü istiyordum. Evet, gitmesini çok istiyordum.
Kafamı iki yana salladım. Beynimin eror vermesini yoğun kokuya ve aşırı sese bağladım. Sonuçta alışık olmadığım bir ortamdı. Alaz ile alakası yok. Değil mi?
Şu bir gerçek ki kitaplarda okuduğum insanların vicdanları -bazıları buna iç ses de diyor- kendilerine hep zıt fikirler fısıldıyor ama benimkisi hep bana düşündüğüm şeyleri onaylatıyor. Çünkü ben iyi bir insanım. Çok egoist bir cümle oldu değiltiriyorum. Çünkü teknik olarak ben... Vicdanımı susturuyordum. Fark ettiğim gerçekle sendeledim. Vicdanına kendini onaylatmak demek onu susturmak ile aynı şeydi. O zaman...
Beynimin eror vermesiyle Alaz'ın alakası mı vardı?! Yok daha ribozomlar! Fazla düşünmek iyi derlerdi inanmazdım. Çok haklılar.
Ve bir hasret kaldığım(!) Onat'çığımdan bir kol çekme daha. Ceketini de çıkartmış kafam kadar kasları ortaya çıkmış. Bu çocuğun kasları buna ağırlık yapmıyo mu ya? Gerçi onları da ağırlık kaldırarak yapıyo ama. İlginç. "Nerdeydin sen Onat? Zaten burda tek başıma-"
"Tek başına değildin" diye soluduğunda kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Alaz'ı görmüş müydü? Görmüşse bu bizi izledi demek. E niye beni gelip almadı?
"Sana birkaç dakika beklemeni söyledim, Yakut. Geldiğimde seni bil bakalım nerde buldum?"
Dilimi son anda ısırılmaktan kurtardım: "Nereye gitmiştin?" Mahçupluk seviyesi giderek artıyor. Çok hoş.
"Sana yemek hazırlatmaya. Ayrıca yanına gelip o bücürü neden kovmadığımı soruyorsan geldiğimde gitmişti. " Tek kaşıntı kaldırmış ciddi bir suratla başka soru var mı diyordu. İkisinin de birbirlerine hitap tarzı çok yaratıcıydı doğrusu.
Yerin dibinde yer var mı sevgili Magma? Gözlerimi ikide bir farklı renklere bürünen duvarlarda gezdirdim: "Teşekkür ederim, Onat. Ben zaten-"
"Yürü Yakut." Açık ve net. İki kelime. Onat'ı bir daha bu kadar kızdırmamalıydım. Zaten 90 kiloluk, 1.90 boyluk birini kızdırmak pek akıllıca olmaz.
Onun peşinden giderken sesimi çıkartmamıştım. Mavi led ile aydınlatılmış bir koridora girdiğimizde nefeslerimi daha rahat almaya başlamıştım. İnsan sayısı hızlı bir şekilde azalmıştı. Bu sırada gördüğüm berbat 'haller' karşısında gözlerimi kapatmak istiyordum -çünkü iğrençti- ama Onat'ın yanında sekiz yaşında karşı cins ile yapılanları yeni öğrenmiş kız çocuğu gibi görünmek istemiyordum. Tamam çoğu şeyi birkaç yıl önce öğrenmiş olabilirim. Ama yine de biliyorum! Anne ile asla dile getirmediğimiz konulardan biri. Hayır, Yakut. Anne ve Saçmalıklarını hatırlamayacaksın.
Onat bir kapıyı açtı ve kendine savunmak ister gibi konuştu: "Yanlış anlamanı kesinlikle istemiyorum. Sessiz ve sakin ayarlayabileceğim tek ortam buydu. Yemek olarak da pizza sipariş ettirdim. Gazlı içecek içmezsin diye meyve suyu istedim ama neyi olucağına karar veremediğim için-"
Onat'ın elini tuttum. Ağzını kapatmak için fazla uzundu: " İyi düşünmüşsün. Teşekkürler Onat."
Onat bakışlarını kaçırdı. Yok artık. Utanmış olamaz! Konuyu geçiştir Yakut, hemen. "Peki ya Tutku-" Lafımın bölünmesinden bıktım ama.
"İyi insan lafın üstüne gelirmiş. Ben geldiiim!" Egon senden önce geldi be tilki. Cenk de olsaydı keşke ya. Daha güzel eğlenirdik. Tutku ile ikisini izlerdik Onatla.
"Egon senden önce geldi, Tutku." Mırıldanan Onat'a gülümsedim. Ve bana gülümsedi. Bi tane gamzesi var. Oha çok hoş. Tek gamzeli. Öyle mi seslensem acaba?
"Nerdesin Tutku?" Gözlerimi kısmış ona olağan üstü hal ilan ederken hangi cehennemdeydin bakışı attım.
Ve o da gözlerini devirdi: "Egonu topla Tutku, yer kalmadı. Hangi cehenneme girdin Tutku. Uç yeme Tutku. Amaaan! Yakut kafam yanıyooo. Onat uçuyo muyum bi kas atsana yavrum." Kıkırdıyor ve yalpalıyordu.
Aklı ben bu psikoloji ile daha fazla yaşayamam deyip Tutku'yu terk etmişti. E bize de teselli etmek düşer: "Otur şuraya Kızıl Bela. Düşceksin şimdi."
Birden sırıtması durdu ve bana tip tip bakmaya başladı. Biraz bakıştıktan sonra sessizce odadaki koltuklardan birine oturdu. Onat ile göz göze geldik. Ne olmuştu şimdi? Onat Tutku'nun yanına oturdu: "Kahve hazırlatıyım mı?"
Bunu ne yapmasını bilen biri gibi sormuştu. Biliyordu da. Tutku tebessüm etti. Gerçekten yorgun görünüyordu. Normalde zaten solgun olan suratı iyice solmuş, mavi gözlerinde canlılık yoktu. Kızıl saçları da aşırı hareketten dağılmıştı: "İyi, olur."
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Teselli etmeliydim belki de ama ne için? Tutku'nun neye ihtiyacı olduğunu bilememek kötüydü. Bana kendimi kötü hissettiriyordu. Gerçekten kötü. İçimin kıyıldığını ve midemden boğazıma bariz bir ağrı tırmanıyordu. Onat odadan çıktığında koltuğa Tutkunun yanına oturdum. " Tutku, sana ne oldu böyle 'benden uzak durun'?"
Aniden kafasını ellerinin arasına aldı: "Şimdi değil, Yakut." Nasıl yani? Şimdi anlatmak istemiyor mu? Saygı göstermeliyim ama onu dinlemek ve anlamak istiyorum. Pekala zorlamanın manası yok.
"Beni yalnız bırak!" Diye bağırınca olduğum yerde sıçradım. Bana bağırmıştı. Onu bu halde bırakamazdım. Olmaz, yapamam: "Tutku lütfen-"
"Defol dedim sana!" Ellerim titreye titreye sendeleyerek odadan çıktım. Neler olduğunu anlamadan hiçbir şey bilmeden ilerliyordum. Birilerine haber vermem gerekiyordu. Belki de olduğum yere çöküp Onat gelene kadar ağlamalıydım. Sahi Onat nerde kalmıştı? Geldiğimiz yoldan tek başıma geçerken korkuyordum. Ellerimi kontrol edemiyordum bile. Gözlerimi kapattım. Neden bir anda bu kadar kötü olmuştum? Karnım açtı, tansiyonum düşmüş olmalı. Kesinlikle fizyolojimden kaynaklanıyor.
Psikolojin hiç aklına gelmiyor, değil mi? Seni aptal.
İşte vicdanımın fısıldadığı bu iki cümleyi onaylayamazdım.
Ellerimde yüzümü kapatmıştım ki etrafım sarıldı. Tam olarak öyle oldu. Bir anda etrafımdaki her şey karardı ve aldığım her nefes beyaz zambak oldu.Multimedya: Onat
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kasımpatı ve Zambak
ChickLitBeni saran her yanımı kaplayan ve duyduğum tek ezgi olan beyaz zambağın kokusuydu. Ama yanılmıştım, başından beri beyaz siyahtı. ... Benim güzümde açan tek çiçektin, Kasımpatı.