*

296 7 0
                                    

"Kar yağışı durduğuna göre sabaha kadar beklemenize gerek yok. İsterseniz şimdi gidebilirsiniz. Kuzeyden gelen ve Dwolding'te atlarını değiştiren posta arabası buranın beş mil uzağından geçer. Yaklaşık bir saat on beş dakika sonra kavşakta olacak. Eğer Jacob size kır boyunca eşlik eder de sizi eski posta arabası yoluna çıkarırsa sanırım kavşağı bulabilirsiniz?" dedi efendi.

"Tabii ki bulurum. Çok teşekkürler" diyerek oradan ayrıldım.

Rüzgâr dinmiş de olsa havada hâlâ acı ve ürperti dolu bir soğuk vardı. Üzerimizdeki kara gök kubbede tek bir yıldız dahi ışıldamıyordu.

"İşte yolun orada. Taş duvar sağında kalsın. Böylece yolu şaşırmazsın" dedi.

"Bu eski araba yolu mu?"

"Evet. Üç mil sonra işaret levhasına yakın korkulukların kırılmış olduğu yeri göreceksin. Kazadan beri hiç tamir edilmedi."

"Ne kazası?"

"Gece posta arabası aşağıdaki vadiye uçtu. Dört kişi vardı içeride. Hiçbiri sağ çıkamadı."

"Ne zaman oldu bu olay?"

"Dokuz yıl önce."

"Peki. İyi geceler ve teşekkürler" diyerek yürümeye devam ettim.

Taş duvar boyunca yürüyerek kavşağa vardım. Soğuktan ayaklarım buz kesmiş, ellerim hissizleşmişti. Az sonra yaklaşan bir fenerin parıltısını andıran belirsiz, ışıklı bir nokta gördüm. Bir at arabasının tehlikeli ve terk edilmiş bir yolu kullanması garipti ama o an aklımda otele dönmekten başka bir şey yoktu. Işıklar git gide büyüdü ve hızlandı. Işıkların arasından arabanın karanlık silüetini seçebiliyordum. Çok hızlı ve sessiz yaklaşıyordu. Tekerleklerinin altındaki kar neredeyse otuz santimdi.

Arabanın gövdesi artık fenerlerinin ardından rahatlıkla görülebilir olmuştu. Alışılmadık bir şekilde yüksek görünüyordu. İçime ansızın bir şüphe düştü. Karanlıkta işaret levhasını görmeden kavşağı geçmiş olmam mümkün müydü? Bu benim beklemekte olduğum araba mıydı?

Bu soruyu kendime ikinci kez sormama gerek kalmadı çünkü araba dönemeci almıştı. Muhafız, sürücü, dışarıdaki bir yolcu ve üzerlerinden buğu yükselen dört kır at da hafif aydınlık bir pusla sarmalanmışlardı.

Arabanın fenerleri bu pusta bir çift ateşli göktaşı gibi ışık saçıyordu. İleri atıldım, şapkamı salladım, bağırdım. Posta arabası olanca hızıyla geldi ve yanımdan geçiverdi. Görülmediğim ve işitilmediğim korkusuna kapıldım ama bu yalnızca bir an sürdü. Sürücü arabayı durdurdu. Pelerinini ve yün atkısını gözüne kadar çekmiş olan tuhaf muhafız belli ki o gürültüde derin bir uykuya dalmıştı. Ne çağrıma cevap verdi ne de inmek için en küçük bir çaba sarf etti. Dışarıdaki yolcu başını çevirmeye bile tenezzül etmedi.

Kapıyı kendim açıp içeri baktım. Arabada sadece üç yolcu vardı. Böylelikle ben de arabaya bindim, kapıyı çektim, boş köşeye yerleştim ve biraz olsun rahatladım. Fakat kafamı kaldırıp da arabanın içini incelemeye başladığımda içimi garip bir ürperti kapladı.

Arabanın içi sanki dışarıdan bile soğuk gibiydi. Her yere son derece rutubetli, nahoş bir koku hakimdi. Diğer yolculara bir göz gezdirdim. Tümü de erkekti ve yüzleri zombi gibi bembeyazdı. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Uyuyormuş gibi gözükmüyorlardı, ama her biri sanki kendi düşüncelerine gömülmüş gibi köşesine çekilmişti. Bir sohbet konusu açmaya çalıştım.

"Bu gece hava ne kadar da soğuk" dedim çaprazımdaki yolcuya hitap ederek.

Başını yavaşça kaldırıp bana baktı ama cevap vermedi.

"Kış" diye ekledim "olanca şiddetiyle başlamışa benziyor."

Adamın oturduğu köşe o kadar loştu ki yüz hatlarını açık seçik göremiyordum. Bununla birlikte gözlerinin hâlâ üzerimde olduğunun farkındaydım. Yine de tek kelime etmedi. Başka zaman olsa biraz öfkelenir, belki de bu öfkemi dile getirirdim ama şu anda kendimi ikisini de yapamayacak kadar bitkin hissediyordum.



Uyku Kaçıran(KİTAP OLDU)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin