Duygu Asena'nın 'Kadının Adı Yok' romanını okuduğumda ortaokul son sınıftaydım. Kitapta bir bölüm vardı. Kız çocuğunun erkek kardeşi sünnet olunca kutlama yapılıp ona hediye verilmiştir. Neden regl olduğu için ona hiçbir şey yapılmadığını hatta bunu kimseye söylememesi gerektiğini merak ediyordu. Evimizin karşısında her tarafı kapalı bir durak vardı. Başı örtülü kızların durağın köşesinde fingirdeleşmelerini izliyordum. Bir de kız kıza yaptığımız sohbetlerde, erkek arkadaşının evine giden kızların evini polis bastığını ve sonrada bekaret kontrolüne götürüldüklerini dehşetle dinliyordum. Sonra okulda otelde kalmalı bir Ege gezisi oldu. Geziyi düzenleyen hoca oadalara gece baskın yaptı. Ve bir arkadaşımızı bir erkek öğrencinin odasında yakalandı. Disipline verdi, kız yine bekaret kontrolüne gitti. Uzaklaştırma aldı. Oğlana hiçbir şey olmadı... Üniversiteye geldim, kızlık zarı diktirme diye birşey duydum. Kızlar evlenmeden önce gidiyormuş... İşte böylesi bir dönemde başladı kadın kimliğiyle tanışmam. Daha doğrusu sakın kadın olduğunu belli etme kimliğiyle karşılaşmam.
Kokoş'un 14 yaşında dünyalar güzeli bir kızı var. Sürekli bizimle dolaşmak zorunda. Nereye gitsek bütün gözler üzerinde o kadar güzel işte. Anne baba da korkuyor haliyle etraf art niyetli, fırsatçı erkeklerle dolu, bir açık yakalamak için kulakları dikili bekliyor. Kızın hiçbir şeyden haberi yok. Sadece gençliğini, yaşamak istiyor; istediği gibi giyinmek, arkadaşlarıyla dışarı çıkmak, belki ufak flörtler ama işte çok güzel, çok dikkat çekiyor. Güzel olmanın ayrıcalık olduğunu düşünür insanlar ama çoğu zaman lanet gibidir. Gözler hep seni izler, açığını yakalamaya çalışır.
Ab-ı Hayal'de küçük bir evim var. Alt katta da karısından ayrı tek başına yaşayan bir adam. Annem adamı görür görmez "Onunla hiç konuşma." dedi. Zaten benim tarzımda bir insan olmadığı için çok muattap olmadım. Adam apartmanın çevresindeki bahçeyi yeşillendirdi, domates biber ekti , çiçeklerle donattı ve gerçekten çok güzel oldu. Bana gelen arkadaşlarımda aynı şeyleri söyleyince bunu bilmesi gerektiğini düşündüm. Bir gün akşam üstü yürüyüşe çıkarken "Arkadaşlarım bahçeyi çok beğeniyor, emeğinize sağlık." dedim. Yürüyüşten döndüğümde adam girişte ki korkuluğun üzerine bir şişe soda koymuştu, bahçeyi suluyordu.
"Bu soda senin, yürüyüşten sonra iyi gelir." dedi.
Garip geldi ama ayıp olmasın diye sodayı alıp eve doğru yürümeye başladım.
Arkamdan seslendi "Yürüyüşe çıkarken kapalı giyin."
Midem bulandı, ona mı kalmıştı benim namusum. Bu neydi şimdi? Bir daha adamın yüzüne bile bakmadım. Sorun bende değil elbet, zihniyet. Ama o zihniyet içinde nefes alamadığımı hissediyorum çoğu zaman, var olmak istiyorum, izin vermiyorlar, hiç izin vermediler...
Cingöz bir üniversite projesi için Danimarka'ya gidecek. Otel ücretleri çok pahalı olduğu için hostelda kalmaya karar verdi. Zihninde yüz bin tane endişe:
"Ya abuk sabuk birisiyle kalırsam."
"Bana ilaç verirse. Aids iğnesi falan yaparsa." vs vs.
Ben üç yaz hatırı sayılır sürelerde bir yoga merkezinde Fransa'da yaşadım. Hatta 2012 yazında kurs ücreti çok pahalı olduğu için çıraklık (apprenticeship) adı altında orada çalıştım. Bu dönem içersinde pek çok Avrupa ülkesinden arkadaşlar edindim. Konsantre bir deneyimdi. Ben kendimi modern, akıllı, entellektüel bir Türk kadını olarak görürken, Türk filmlerinde ki taşradan gelmiş Ayşe'cikler gibi hissettim kendimi. Özellikle kadın erkek ilişkilerindeki rahatlıkları, bedenleriyle olan şefkatli ilişkileri çok ilginç geldi. Tabi ki gruba entegre olmadım. Onlarda bu durumu şu cümleyle özetlediler: "Tabi ya sen Türk'sün." Orada kendimi Ayşecik gibi hissetmeme neden olan bir kaç olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Merkez medeniyetten uzak bir çiftlikteydi, en yakın köy 20 dakikalık bir yürüyüş mesafesindeydi. Yol yemyeşildi ve bazı yerler de iki yanı ayçiçeği tarlalarıyla çevriliydi. Yolda yürürken traktörlerinin üstündeki çiftçiler bana gülerek selam veriyorlardı. İlk başta korktum, kendimi Türkiye'de sandım. Sonra anladım ki bu insanlar kibardı. Benim kısa taytımın altındaki bacaklarım değildi dertleri.
Bu yoga merkezinde hayatla ilgili sohbetlerin olduğu derslerde oluyordu. Bir dersin konusu ölümdü, ben o gün çok duygulandım. Ders boyunca ağlamamak için dudaklarımın içini ısırıp durdum Sonra ders bitince yalnız kalmak için merkezin yanındaki tarihi bir ingiliz manastırına yürümeye karar verdim. Hıçkıra hıçkıra ağladım falan orada, sonra nasıl oldu bilmiyorum ama dönüş yolunun geldiğim yol olmadığını fark ettim. Geldiğim yol dar ve uzundu çevresinde tarlalar vardı. Bu yol çift şeritliydi ve iki tarafı ormanlıktı. Geri döndüm,biraz yürüdüm, sonra tekrar geri döndüm, aynı yerde gidip gelmeye başladım. Kalbim küt küt çarpmaya başladı. Kaybolmuştum. Üstümde daracık mini bir tayt, askılı bluz, ne cep telefonu, ne pasaport ne de param var...Aklıma eski Türk filmleri geldi, hani o tecavüzcü Çoşkun'un meşhur olduğu; sonra Türkiye'ye tek başına cengaver gibi gelip tecavüz edilip öldürülen Avrupalı kadınlar geldi. Hüngür hüngür ağlamaya başladım "Ne zorum vardı da geldim. Cesedimi bile göremeyecek ailem bu insanlar bana kimbilir ne yapacak?" diye söylenmeye başladım. Bu arada yoldan tek tük arabalar geçiyordu, kimse bana bakmıyordu bile. Yol kenarında bir ev gördüm, can havliyle içine daldım. Yaşlı Fransız bir teyze vardı. Kayboldum falan dedim ama ingilizce bilmiyordu. Bir sözlük getirdi, İngilizce Fransızca. Sözlükten kelimeleri bulup derdimi anlatmaya çalıştım, olmadı. Hava kararıyordu, evden çıktım. Yolda yine bir o yana bir bu yana şaşkın ördek gibi yürümeye devam ettim. Son çare olarak yoldan geçen arabaları durdurmaya başladım. İlk duran arabada bir Fransız erkek vardı, ingilizce bilmiyordu, anlaşamadık, gitti. İkincisi de aynı oldu. Üçüncü de genç bir kız vardı ve ingilizce biliyordu. Kızın arabasına bindim, cep telefonundan benim gmail adresime giriş yapıp yoga merkezinin telefon numarısını bulduk. Aradı, beni gelip aldılar.
Yoga merkezine dönerken beni almaya gelen arkadaşa tecavüzden, darptan falan çok korktuğumu söyledim. Kafasını çevirip yüzüme garip garip baktı
"Burada böyle şeyler olduğunu hiç duymadım." dedi.
İçinden de "Türk işte" demiştir kesin.
Ondan sonraki günlerde kaybolmaktan korktuğum için merkezden bir ingiliz kadınla düzenli yürüyüşlere çıkmaya başladık. Çok kültürlü ve akıllıydı. Kadın haklarından konuşurken şu söyledikleri nedense beynime çivi gibi kazıldı: "İngiltere'de kadın hakları çok gelişmiş bir durumda. Bu sene çok az maden işçisi kadın olmasına rağmen onlar için kadın hakları yürüyüşleri ve gösterileri yapıldı. Düşün artık o kadar çok şey aşıldı ki oraya kadar geldik."
Ne güzel...Darısı başımıza...
Not1: Biraz gerçekliği acıtsa, çarpıcı bir sunum.
NOT 6: Ben sizi neden unutamıyorum biliyor musunuz? Kimliğimle, benliğimle, ruhumla tanışmamı sağladınız. Çok sevildiğimi hissettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Seni Mağaranın Önünde Bekliyorum
AdventureBir özdeğişim hikayesi, yaşarken şekillenen felsefe, psikoloji, edebiyat kitaplarıyla anlam pekiştiren...