22 Mart 2102
Arabanın kapısı açıldığında o devasa hastaneyi gördüm. Sonra iki şişman adam iki kolumdan tutup beni kapıya yönlendirdiler. Beyaz, kolalı gömleğimi düzeltip, jöleli saçlarıma baktım hastanenin büyük kapısındaki o camdaki yansımamla. Ahh! yine şu sinir edici küçük şeylere kendimi kaptırmışım.
Kapının ardından iki ayrı yüne giden sonsuz ve boş koridorlar vardı. Beni 30 metre sağımızdaki bekleme odasına aldılar. Oradaki tüm hastalar bana bakıyordu, çok rahatsız oldum. Bazılarının gururları incinmiş, bazılarının gördükleri ve duydukları şeyler çok farklı, kim bilir... Bunu kendi kendime düşündüğümde bakışlarının beni daha az incittiğini fark ettim. FARKLI DÜŞÜNMEK.
Bu yüzden insanlar bizlere farklı gözle bakıyorlar. Görülmeyeni görmek ve anı hissetmek... Düşündüklerimiz, algılarımız ve hayallerimiz çok farklı. Böyle bir nedenden dolayı normal insanlar, farklı insanları bu soğuk ve boş odalara terk etmesi ne üzücü.
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra oturduğum yerden biri beni ensemden tutup çekti. Eli inanılmaz ağırdı. Arkamı dönüp baktığımda oldukça şaşırmıştım. Şişman kocakarı bir hemşire bana o çirkin yüzüyle bakıyordu. "Adın ne?"
O anda koltuk altım, yüzüm sırtım bir anda terlemeye başladı. Gömleğimin yakasını çekiştirip zorla ağzımdan şu kelimeler döküldü;
"Sss...aamm Herrissonn" Kadın o çirkin buruşmuş, kırışmış yüzüyle bana bakmaya devam ediyordu. Ardından elindeki kağıda baktı. "Jack! Hastayı odasına götür."
İkinci kere arkamdan birinin tutmasıyla sarsılmıştım. Bir anda o özenle ütülediğim gömleği yırtıp bir deli gömleği giydirdi. Ne olduğunu bile anlamamıştım. Ardından o tüm düğmeleri yırtılmış gömleğimi kolumun arasına sıkıştırdı.
"Düş önüme" Arkadan iteklenerek 2. katın 12. odasına kadar götürüldüm. Ardından "Jack" deli gömleğimi çıkarıp beni odama soktu. Gri ve betondan bir oda bekliyordum ama öyle değildi. Gayet güzel ve balkonu olan geniş bir odaydı. Kendi kafamda biraz abartmış olabilirim burayı, hatta çok abartmışım....
23 Mart 2102
Sabah ilk iş olarak balkonuma gittim. Mantar Savaşlarından uzak sakin bir ortamdı burası. İnsanlar hariç her şeyi sevmiştim, her zaman olduğu gibi. Hastaneye getirebildiğim bir çanta dolusu buruşmuş kağıt ve çürük bir kalemdi. Odamdaki sandalyelerden birini alıp balkona koydum. Çantamda her yeri kırışmış bir kağıt aldıktan sonra her yeri yazmaktan nasır tutmuş sağ elimle kalemimi aldım.
"22 Mart akşamı Deffright Hastanesine giriş yaptım...."
Bu cümleyi yazar yazmaz bizim "Jack" tereddütsüzüz bir biçimde odama girip bana bağırdı . "Kahvaltı zamanı dilsiz!"
Evet insan beni bu yüzden deli olarak görüyorlardı; Konuşmadığım için... İnsanlar başka insanlardan beklediği özellikleri göremeyince "deli" olunuyordu sanırım. İşte ne sinirlendiğim şey buydu.
Düşüncemden sıyrılıp 2 metre uzunluğundaki "Jack" e baktım, 120 kiloydu her halde. Yavaşça sandalyemden kalkıp Jack'e doğru yürüdüm. O sırada Bu dev adam bir şeyler anlatıyordu.
"Sabah kahvaltısı 7 de, akşam yemeği 8 de burada kaçmanın cezası "ölüm"; tek bilmen gerekenler bunlar"
8. katta olan yemekhane biraz kirli gözüküyordu. biraz temiz gözüken ve kimsenin oturmadığı bir yere oturdum. Oturduğum gibi etrafımda insanlar toplanmıştı.
"Adın ne çaylak?", "Beyefendileri buraya teşrif etmiş.", "Neden konuşmuyorsun yoksa dilsiz misin?Hahaha"
İnsanları anlamıyordum. E konuşmuyorum, inada ne gerek var! Sonra bakışları daha da çirkinleşti. Aradan esmer tenli uzun kirli saçları olan bir adam bana yaklaştı, "Dilini mi yuttun? onu keyifle çıkarabilirim." Adamın o koca gözleri, kirli yüzü beni çok korkutmuştu. Etrafıma dolan 8-10 kişiden daha da korkunçtu gerçekten.
Arkadan gelen bir ses beni çok rahatlattı. "Çekilin adamın dibinden, ucubeler!" O yanıma gelen kişiler bağıran adamdan çok korkmuşlardı. "Aldwin, efendim çok özür dilerim.." saçları kırlaşmış bu adamda niye bu kadar korkuyorlardı anlamadım. Sonra yanıma yaklaşıp elimi sıktı.
"Adım Aldwin, Ald diyebilirsin." Adamın yüzündeki gülümseme bana güven veriyordu. "İstersen odama geçelim."
**********
Aldwin'in odası benimkinin tıpatıp aynısıydı. Sadece balkonu farklı bir yere bakıyordu. Aldwin ise küçük mutfaktaki dolabından iki adet poşet çay getirip hazırlıyordu. "Adını öğrenemedim" dedi bana. Benim konuşamadığımı daha doğrusu konuşmadığımı unutmuş olmalıydı.
"Ahh, tabi ya, unutmuştum." dedi. "İstiyorsan bana söylemek istediğini şu yandaki kağıda yazabilirsin." derken eli yatağını yanındaki çalışma masasını gösteriyordu, çalışma masasının üstünde kağıtlar vardı.
İlk defa buradaki bir insanı sevmiştim. Her şeyi gönlümce yapıyordu. Ardından oradaki kağıtları alıp yazmaya başladım,
"Benim adım Sam"
"Tanıştığıma memnun oldum Sam. Nerelisin, tabii Aydınlanmış olmadığın kesin."
"Cayfield Hanedanlığı."
"Ailen var mı"
"Amcam var sadece o da Transprelin'de -büyük ihtimalle-"
Birden Aldwin'in yüzü düştü. Ne olduğunu anlamamıştım. "Emin misin?" dedi.
"Neye?"
"Amcanın Transprelin'de olduğuna"
"Evet, ama tam olarak nerede olduğunu bilmiyorum"
Aldwin hızlıca çalışma masasına yürüdü ve çayından büyük bir yudum aldı.
"Bir aile üyen Transprelin'de olup senin burada olman imkansız."
O an çok şaşırmıştım, normalde Transprelin, Aydınlanmışlar, Dışlanmışlar umurumda değildi. Sadece amcam umurumdaydı. Ardından Aldwin gözlerini açarak iki elini de omzuma koydu.
"Dinle Sam...Amcanı bulmalıyız.."
-----------
10 vote'a yeni bölüm!!!!!!!!!!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
T R A N S P R A L I N
Ficção Científica"Susmak en tehlikeli silah. Ölüm ise en büyük yalan." Transpralin" ne mi dersiniz? Bu konuda hiçbir fikrim yok.... ********** "Sevgili okuyucular, size bu retro-futuristik evrende, kötü yeni dünyanın nasıl doğduğunu ve bu kötü dünyaya "sessiz"...