Tan vaktine yakın bir zamanda, yaklaşan tehlikeyi haber veren büyük çanların sesi ve etrafta koşuşturan telaşlı insanların gürültüsüyle yattığım yerden sıçrayarak uyandım. Akşamki kutlamadan yalnızca birkaç saat geçmiş olmalıydı. Tıpkı benim gibi yataklarından fırlamış olan insanlar korku ve panik içindeydi. "Geliyorlar!" diye bağırdı yaşlı bir kadın. "Hepimiz için geliyorlar!"
Sarayın büyük koridorlarına öylesine büyük bir korku ve telaş hakimdi ki, insanları durdurup ne olduğunu soramadım. Gelecekten geldiğim düşünülürse de olayı kavramam hayli uzun bir vakit aldı.
Ama sonunda anladığıma göre, prens ve şövalyeleri akşam ki kutlamada sarhoş olmakla meşgulken Essetir Kralı Camelot sınırına askerlerini yığmış, herkes uykudayken içeri sızmayı başarmıştı. Kalabalığın ardından Dean göründü. Her zamanki gibi saçları özenle taranmış, zırhı düzgünce giydirilmişti. Birkaç saat önce ayakta bile duramıyorken, şimdi oldukça iyi görünüyordu. Sanırım onunla ilgili özel olanda buydu. Her zaman cesur ve soğukkanlıydı.Yüzümü ellerinin arasına aldı. Etrafta insanların olmasını umursamıyor gibiydi.
"Diğer herkes gibi mahzenlere inmeni istiyorum." dedi.
"İn ve çanlar zaferimiz için bir kez daha çalana dek beni bekle. Daha fazla vaktim yok. Seni seviyorum." Dudaklarıma kısa bir öpücük kondurup gitti. Dediğini yaparak mahzenlere indim ve beklemeye başladım.Bekledim, bekledim, bekledim. Karanlık, boğucu mahzenlerde vakit hiç geçmiyordu sanki. Dean yukarıda tek başına savaşırken burada, yerin dibinde saklandığım düşüncesi zihnimi kemiriyordu. Derin derin nefes alıp vermeye başladım. İşe yaramıyordu. Sakin olamıyordum. "Lanet olsun." dedim.
Savaş alanında birkaç dakikadan fazla hayatta kalamayacağımı bilsem bile, Deanden uzakta birkaç saniyem bile yoktu. Yerde kıpırtısız yatan bir muhafızın üzerinden aldığım kanlı kılıcı sıkıca kavradım. Belki bu kılıçla dışarıda kopan kıyamette azda olsa şansım olabilirdi. Derin bir nefes aldım. Bütün bedenimi saran adrenalini hissedebiliyordum.
Dışarı adımımı atar atmaz değil kılıcım sihirli değneğim bile olsa burada hayatta kalamayacağımı anlamıştım. Hayatı boyunca öldürmek için eğitilmiş insanlar karşısında ne gibi bir şansım olabilirdi ki? Kılıcın parmaklarımın arasından kayıp düşmesine izin verdim. Karşımdaki büyük gövdeli adam üzerime doğru keskin bir hamle yaparken gözlerimi sıkıca kapadım. Tek istediğim acısız ve çabuk olmasıydı.
"Tanrı aşkına ne yaptığını sanıyorsun sen burada!?"
Acıyla kısıldıklarını görene kadar cennet yeşili gözlerine uzun bir süre bakakalmıştım. Bir daha göremeyeceğimi önceden biliyormuş gibi, veda edercesine... Şimdi her zamankinden güçsüz görünen bedeni yere yıkılmadan önce, kılıcını düşmanının içinden geçirdi. Son bir kez, beni korumak için.
Kendi gözyaşlarımdan oluşan derin okyanusta amansızca boğulurken acıyla feryat ediyor, yardım istemek için çaresizce çırpınıp duruyordum. Kabul etmesi zordu belki ama gerçek ortadaydı işte. Dean kollarımda ölüyordu ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
"Benim suçum...Benim suçum..." diye acıyla inledim. Aklımı yitirmek üzereydim.
"Sorun değil Cas." diye fısıldadı. Dudakları buruk bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.
"Yollarımız kesiştiği için mutluyum." Hafifçe öksürdü. "Sadece gözlerini gözlerimden ayırma, elimi bırakma."Elini sıkıca tutarken bedenini kendime doğru çektim. Gözlerimden dökülen yaşlar yanaklarını ıslatıyordu. "Seni seviyorum." dedi. Son cümlesiydi bu. Göz kapakları usulca kapandı.
***
"Hayır!"
Gözlerimden durmaksızın yaşlar boşalırken Camelotta değil yeniden Londra'daki evimde, yatağımdaydım. Sesimi duyup telaşla odama giren annem ışığı yakıp yatağıma oturdu. Gözyaşlarımı sildi ve başımı göğsüne bastırdı. "Sorun yok bebeğim." dedi. "Hepsi sadece kötü bir kabustu."
![](https://img.wattpad.com/cover/68219691-288-k942051.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lost in Time (Destiel)
Fanfiction"İsmim Castiel. Castiel Novak. Güzel sanatlar öğrencisiyim. İngiltere'de yaşıyorum. Gelecekten geliyorum...Belki de farklı bir evrenden? Kahretsin...Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum, ama bundan yüzyıllar sonrasında, gelecekte bir yerlerde bir hayat...