Kapının yumruklandığını görünce donup kaldım, anneme baktım, o da bana bakıyordu. Gidip tereddütle kapıyı açtım, karşımda teni bembeyaz olan kahverengi saçlı, kovboy şapkası takan bir adam duruyordu. Belinde kocaman bir kılıç vardı, havalı bir adamdı. Yüzündeki büyük bıçak izi biraz ürkütücüydü. Kıyafetleri sanki 100 yıl öncesinden kalmaydı, yaz ayındaydık ama ayağında uzun kahverengi deri çizmeler vardı. Adeta bir kovboy, bir silahşör ve bir korsanın karışımı gibiydi. Donuk bir ifadeyle bana bakıyordu, neredeyse hiç hareket etmiyordu. Sordum "Kimi aramıştınız?" adam cebinden bürülü bir kağıt çıkardı ve okudu. Sonra bana döndü, "Seni evlat, sen Edwin Blade değil misin?" o anda keşke hayır o ben değilim diyebilsem diye düşündüm. "Evet, o benim." "Öyleyse benimle geliyorsun, Turqois krallığının hükümdarı Kahn seni bu yıl 100. sü düzenlenecek olan ölümcül turnuvaya davet etti, emretti." öylece bakakaldım, Turqois de neyin nesiydi? 2013 yılındaydık ve ben hiç böyle bir 'krallık' duymamıştım. Hangi ülkedeydi bu? Ayrıca bu gelen adam benim oturduğum yeri nereden biliyordu? Kafam karıştı. "Eşya almana gerek yok, kıyafetlerin ve kalacağın yer imparator Kahn tarafından karşılanacak, seni sarayında misafir edecek." "Ne sarayı? Neden bahsediyorsun sen?" adam hafifçe sırıttı "Gidince göreceksin." Ne yapacağımı bilemedim, anneme baktım, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sarıldım, vedalaştık. Adam araya girdi "Turnuva bir hafta sonra bitecek, geri döneceksin, umarım." pis pis güldü. Kapıdan dışarı çıktım, oturduğumuz apartmanın merdivenlerinden inmeye koyuldum. "Ne yapıyorsun?" gözlerimi devirdim "Çıkış kapısı alt katta, gelirken görmedin mi?" adamın suratında hiçbir ifade yoktu "Buna ihtiyacın kalmayacak, yanıma gel" merdivenleri tekrar çıktım. "Ne demek ihtiyacım kalmayacak, kafayı mı yedin, başka türlü nasıl çıkacağız?" elini kalbine götürdü "Beni izle." sonra bir işaret yaptı ve bir toz bulutu bizi alıp biryere götürdü, sanki ışık ızında gidiyorduk, başım dönmeye başladı, adamın yüzünde hala hiçbir ifade yoktu, bense bayılacak gibiydim, yarım dakika içinde yavaşladık ve durduk." gözlerimi açtığımda bambaşka bir yerdeydik. Bu nasıl olmuştu? Bir rüyanın içindeydim sanki, resmen ışınlanmıştık!
Burası Phoenix'e hiç benzemiyordu. Yüksek binalar, caddeler, arabalar yoktu. Araba diye tabir edilebilecek bambaşka araçlar vardı, mimarisi oldukça ilginç bir şehirdi burası, muhteşem biryerdi, ama teknolojiyle alakası yoktu. "Burası da neresi?" adam cevap verdi "Turqois'e hoşgeldin, şimdi seni savaşçıların toplandığı kapma götüreceğim." Arabaya benzeyen araçlar uçarak jet hızıyla gidiyordu, ama çok değişikti, görünümleri teknolojik değildi, herşey 100 yıllar öncesinde gibiydi, ama olağanüstüydü. Eliyle bir işaret yaptı, jet gibi uçarak giden arabalardan biri birden durdu ve kapısı otomatik açıldı, içeri geçtik. Adam şoföre komut verdi "Meydana gidiyoruz." şoför tamam manasında başını salladı, ve direksiyona sarıldı, araçta direksiyon dışında vites, gaz veya fren yoktu, sanki adam zihniyle yönlendiriyor gibiydi. Toprak yolun biraz üstünde yüksek hızda uçarak ilerliyorduk ve 2-3 dakikada gideceğimiz yere geldik. Adam şoföre cebinden çıkardığı bronz bir sikke gibi birşey verdi. Araçtan indik, etrafıma bakındım. Burası muhteşem bir yerdi, heryerde ağaçlar vardı, ortada çok büyük bir ev duruyordu, etrafta dövüşçülerin talim yapabileceği bir sürü korkuluk vardı, aslında bir dövüşçünün işine yarayabilecek herşey vardı, dövüşçülerden bazlıları silahlarıyla alıştırma yapıyordu, bazıları sohbet ediyordu. Dövüşçülerin elinde son derece ölümcül silahlar vardı, ama bunlar teknolojik değildi, kılıç, hançer gibi şeylerdi. Benim bir silahım yoktu ama. Elimle kamptaki dövüşçüleri işaret ettim. "Farkındaysan bu dövüşçülerden bazılarının elinde ölümcül silahlar var." adam sinsice sırıttı "Senin de bir silahın olacak, cephaneden kendine bir silah seçeceksin, ama iyi bir seçim yap çünkü daha sonra değiştirme şansın olmayacak." dedi ve göz kırptı. "Ama ben bunun.....bir dövüş turnuvası olacağını.....sanmıştım." "Zaten bir dövüş turnuvası evlat, biraz daha renklisi sadece. Yarın sabah turnuva başladığında herşeyi öğreneceksin." Biraz tedirgin olmuştum, dövüşçülerin ellerindeki silahlar tehlikeli gözüküyordu, birinin elinde dikenli ve ateşli bir sopa vardı, başka bir dövüşçünün elinde ise iki keskin bıçak vardı. "Benimle gel, cephaneliğe gidiyoruz." İlk önce durakladım ama sonra kafamı salladım, adamın peşinden gittim. "Bu arada ismin neydi?" diye sordum. "Bana Lord Wayne diye hitap edebilirsin." biraz yürüdükten sonra geniş ve demir bir kapısı olan büyük bir kulübeye geldik. Wayne demir kapının üstündeki çarkı çevirdi ve kapı açıldı, içerisi çok rutubetliydi, rahatsız edici bir koku vardı. Etrafıma baktım, heryer silahlarla doluydu, dikenli yelpazeden elektrikli mızrağa kadar aklınıza gelebilecek her türlü saldırma aracı mevcuttu. Gözüm tamamen altın bir mızrağa ilişti, elime aldım."O, imparator Kahn'ın kayıp kızının mızrağı, prenses birkaç yıldır geri gelmeyince Kahn, mızrağının cephaneye koyulmasını emretti." sordum "Peki ya istersem bunu kullanabilir miyim?" "Elbette kullanabilirsin." Ama bu mızrak garipti, dikkatlice bakınca sanki kayıp prensesin silüeti belli oluyordu, korktum ve hemen mızrağı yerine bıraktım. Sonra gözüm başka bir kılıcın sapına ilişti. Kılıcın kabzası koyu lacivert renkteydi ve üstünde sarı bir göz vardı. Çok ilgimi çekmişti, elime aldım. Orta uzunlukta bir kılıçtı ama büyüleyiciydi. "Bu...çok... özel bir kılıç evlat. Senin eline de çok yakıştığını söyleyebilirim." Güldüm. Daha sonra kılıcı denemek için boşlukta birkaç hamle yaptım, sanki kılıç benim için yapılmıştı, bu kılıçta beni çeken birşey vardı. "Evet bunu istiyorum." Kafasını salladı "Pekala, bu kılıcın adı Gece'nin Gölgesi'dir. Onu iyi taşıyacağına inanıyorum." Sevindim "Şüphen olmasın." yeni kılıcımı aldıktan sonra cephanelikten dışarı çıktık, hava biraz kararmıştı. Ama bu olamazdı, Phoenix'ten buraya hemen hemen 3 dakikada gelmiştik, içeride de en fazla 20 dakika geçirmiştim, hava nasıl kararmıştı? Bazı dövüşçüler talim yapmaya devam ediyordu. "Hadi evlat, meydana gidelim, orada bir kura sonucu turnuvadaki grubun belli olacak, her grup rakip grupla dövüşecek ve sonuç olarak her gruptan bir kişi finale kalacak." Çok heyecanlanmıştım, aslında duygularım karmakarışıktı, sabah bir adam gelip beni teknolojiden uzak bir imparatorluğa ışınladı, ölümcül bir turnuvaya katılacağım söylendi. Bu rüya mıydı? Rüya olmalıydı.
Meydana geldikten sonra dövüşçüler tamamen toplandı. Toplam 16 dövüşçü vardı, ama içlerinden modern kıyafetli olan sadece ben ve bir kızdı, kız biraz korkmuş görünüyordu ama biraz da hırslı gibiydi, üstünde kolsuz bir tişört ve zımpalı kısa kot şort vardı, son derece havalı ve moderndi, güzel bir kızdı, elinde bir yay ve sırtında oklar vardı, kafasına taktığı çiçekten yapılmış taç ile aynı bir orman perisini andırıyordu, geri kalanının kıyafetleri eski zamana aitti, kimisi ninja, kimisi savaşçı gibiydi. Benimse üstümde üstünde NEW YORK yazan bir tişört ve bir kot pantolon vardı, üstelik bunun dışında kıyafetim de yoktu. İmparator Kahn'ın sarayında misafir edileceğim söylenmişti. Alandaki diğer dövüşçülere baktım, en başta bir ninja duruyordu, siyah renke bir kostümü vardı, onun yanında iri yarı yakışıklı ama artist tipli başka biri vardı, elinde kocaman bir balta tutuyordu. O sırada biri gözüme çarptı, başka bir kız.. Gözleri öfkeyle bakıyordu, sanki bir an önce turnuva başlasa da rakibimi öldürene kadar dövsem der gibiydi. Ama çok güzel bir kızdı, açık kahverengi saçları beline kadar geliyordu ve yanlardan örülmüştü. Ellerinde iki tane kısa kılıç vardı. Fakat bu kızda bir gariplik hissettim. İlginç gelebilirdi ama kız parlıyordu. Evet, diğer dövüşçülerden daha parlaktı ve etrafa ışık saçıyordu. Bu...olağanüstüydü. Kız sadece bakışlarıyla bile beni etkilemişti ama içimden bir ses o kızla karşı karşıya geleceğimi söylüyordu. Biraz tedirgindim. Kızla birbirimize bakıyorduk, sanki onunla sadece bakışarak arkadaş olmuş gibi hissettim. Wayne dövüşçülerin toplandığı alanın ortasındaki kürsüye çıktı. " Deadly Tournament C'e hoşgeldiniz. Turnuva yarın başlayacak, bu nedenle gereksiz bir konuşma yapıp sizi sıkmayacağım. . Grupları açıklıyorum. İlk grup, Pugnae." Pugnae mi? Grubun adı bu muydu? Ne anlama geliyordu ki? Yoksa bu 'imparatorluğun' kendi alfabesi de mi vardı? 4 kişinin ismini okudu ve 2 kadın 2 erkek olmak üzere 4 savaşçı Pugnae grubunun tarafına geçiler. "İkinci grup, Vetustatem." Açıkçası bu ismi duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. Bu grubun da üyeleri açıklandı ve benim adım yine yoktu. 8 kişi kalmıştık. "Üçüncü grup, Cupiditas" dedi ve gruptakilerin üçünün ismi okundu, sonra bir kişi kaldı "Ve..Prenses Adrasteia. Sizi turnuvamızda görmekten onur duyarız fakat, size birşey olmasını istemeyiz." Prenses mi demişti? Benim hayatım sürekli okul, spor salonu, ev arasında geçiyordu, acaba ben fazla mı asosyel olmuştum? Hiç duymadığım bir ülkede hiç duymadığım bir prensesle karşı karşıyaydım. Demek o parlayan güzel kızın ismi Adrasteia'ydı. Adrasteia bana baktı, ayrı gruplara düştüğümüz için üzgün gibiydi. "Ve son grup. Successu." Bu isim sanki bana biryerden tanıdık geliyordu ama o anda kafamı pek yormadım. Bu arada o modern kıyafetli kız da bizim gruptaydı, adı Blair'dı. Onunla hiç konuşmamıştım ama ona yakınlık hissettim, bana bakıp gülümsüyordu. Onun dışında az önce gördüğüm iri yarı yakışıklı artist tipli adamın adını öğrendim, bizim gruptaydı, ismi Johann'dı. Ondan önce gördüğüm ninja da bizim gruptaydı, ona da Umbra dediklerini duydum. Umbra sanki düştüğü gruptan memnun gözükmüyordu. Nasıl bir turnuva olacaktı bu? Kafam karmakarışıktı, daha geldiğim yerin neresi olduğuna dair herhangi bir fikrim bile yoktu. Ve işin kötüsü o güzeller güzeli kız rakip gruba düşmüştü, onunla mücadele etmek zorunda kalacaktım. . . .