Muhteşem Hayatımdaki, Muhteşem Anlar

57 14 19
                                    

Bugün 22 Şubat 2016.

Ölmem gereken zamana altı ay, mezarlıktaki ailemi ziyaret etmeme tam 182 gün kaldı. O gün, o karanlık öğle vakitleri hiçte güzel değildi. Aslında ne güzeldir o vakitler. Güneş tam tepede, elinde bir kitap ve balkonun güneş almadığı o kutsal noktasındasın. Romanını okuyup buz gibi limonata içiyorsun. Yalnızsın, etraf sessiz. Kitaba yoğunlaşmışsın ve kitapla bir bütünsün. Sende yaşıyorsun aynı hisleri, duyguları. Sende kitap olmuşsun. Karakterleri sen hayal edip yaşatıyorsun. Sende canlandırıyorsun onları kendi dünyalarında. Kulağında hafif bir müzik ve sen hayata gülümsüyorsun.

Şimdi ise o zamanlar aradığım yalnızlığa söver olmuştum. Her şey darmadumandı. Tıpkı benim gibi, ailem gibi. Biz insanlar ne istediğimizi bilmiyorduk. Kaybetmeden gerçekten anlaşılmıyordu hiçbir şeyin değeri. Sonraysa artık çok geç oluyordu. Keşkeler ile bezeli bir dünyaya adım atıyorduk. Pişmanlık? İliklerine kadar işliyordu. Denizler sana küsüyordu. Gökyüzü her geçen saniye daha çok ağlıyordu sana, kaderine.

18 ağustos 2012. Benim ölüm günümdü. Benim, babamın, annemin ve kardeşlerimin. Ailemin. O arabadan o gün aslında beş içi boş beden çıkarmışlardı. Ruhları ölmüş beş beden. Çoktan güzel yüzlü melekler tarafından cennetin kapısına gitmişlerdi bile. Yüzlerinde mutlu bir gülümseme.

Işık süzmesinden yukarı doğru süzülmeliydim. O kutsal altın rengi hareler bizi içine almamış, cehennemin karanlık bordo mavisi ateşlerine atmıştı.

Bu beş bedenden sadece üçü bedensel fonksiyonlarını yerine getiriyorlardı. Diğerleri içinse artık çok geçti. Toprağın altında bedenleri çürümeye terk edilmişti. Terk edilmiş uvuzlar. Kanlarla kaplı, zorla görmeye çalıştığım uvuzlar. Elinde yüzükler olan ve kime ait olduğunu bildiğim parçalar. Sevgiyle takılmış zümrütler, kuartslar ve doğal taşlar. O yüzükler sanki enerjileriyle o bedeni terk etmek istemiyorlardı. Konuşuyorlardı benimle 'Bunu hak etmedi' diyorlardı. Belki de bu sadece kalbimin attığı çığlıklardı.

Kanlar içindeki tüm ailem. Babam, Gökay, Aysima ve ben. Aslında ben önemli değildim. Önemli olan onlardı, ilk müdahale edilmesi gereken onlardı, ben değil. Yaşaması gereken onlardı, ben değil. Bu lanet olası hayata değer vererek yaşaması gereken onlardı. Ben sadece nefes alıp verirken eminim onlar bir süre sonra mutlu olmaya başlayacaklardı. Benim gibi pes edip, cehennem çukuruna düşüp başkalarını da yanlarına çekmezlerdi.

Benim yaşamam hataydı.

Ben hayatı o saniyeden sonra kan kırmızısı görüyordum. Kurumuş kan rengi. Bordo, belki de daha katısı. Yâda siyah. Hatta siyahtan daha koyu bir renk. Karanlık. Işık süzmelerini içine emen bir karanlık. Bu benim tonumdu. Gece'nin tonu.

Tonlarımla boğmuştum herkesi. Küçük bir kızı. Beyaz olan rengini koyulaştırmıştım. Ben yapmıştım bunu. Karanlığıma ben çekmiştim onu. Biliyordum küçük bir kız çocuğuna ben bakamazdım. Benden çok onun sevgiye ihtiyacı vardı. Benim vereceğim tek şey ondan alacağım beyazlıktı. Işık süzmeleriydi.

Işıldamasına müsaade edemezdim. Ben karanlıkta nefes alamazken onun nefes almasına nasıl yardım edecektim. Onu sonsuzluğumda nasıl sevecektim?

Hatırlıyorum da, o hastanede hayata tutunduğumuz aylar umut doluydu. Doktorlar bilincim her yerine geldiğinde 'Ailem nasıl?' Sorusuna hep 'iyiler' cevabını vermişlerdi. O iki hecelik kelime o kadar umut vaat ediyordu ki içten içe 'yaşamalıyım' diyordum 'bensiz ne yaparlar?' Çünkü ben onlarsız hiçbir şey yapamazdım. Biliyordum, yapamazdım. Onlarsız yaşayamazdım. Onlarda bensiz yaşayamazlar gibi geliyordu, ama nefes alan her canlı yaşamak zorundaydı. Ya onunla yâda onsuz. Yaşamak zorundaydık.

ELZEMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin