-Yeni Yazılmış Bir Kargalar Kraliçesi Bölümü-

87 7 1
                                    

Kargalarım, Kuzgunlarım merhaba hepinize, malumunuz Satranç Jokerleri'ni tekrar elden geçiriyor, düzenleme yapıyorum. Ancak bu düzenleme basit bir yazım yanlışları kontrolü şeklinde ilerlemiyor. Bir kitap yazıyorsam, ciddi bir iş yapıyorsam, elimden gelenin en iyisini yapmalıyım. Ancak ne yazık ki 2014'te bu işi, 'elimden gelenin en iyisi' şeklinde yapmamışım. İşte o yüzden yaptığım düzenleme esnasında yeni bölümler ekliyor/çıkarıyorum.  Şimdi burada sizinle, Kargalar Kraliçesi'nin 11.bölümünü, -daha önce hiç okumadığınız bölümlerden birini- paylaşacağım. Yeni Kargalar Kraliçesi; gerek kurgusuyla gerek karakterleriyle daha derin, daha özel sahneler içeren bir kitap olsun diye canla başla çalışıyorum. Yorumlarınız çok önemli, lütfen bölüm bitiminde düşüncelerinizi belirtin olur mu? :) 



                                                                          11
                                                                  |||||||||||||||||||


                                                                 ALAREN RİTÜELİ


Üşür parmak uçları, buz gibi çağlayana dokununca.
Kırılır kanatları,
Kanatlarını açınca,
O sımsıkı ağaçlar arasında.
Yanar bedeni,
Bir devrimin o tutkun kollarında.
Bir kız doğdu bu diyarda
Adının olmadığı kadar,
Vardı anlamı varoluşunun.
Etten kemikten yapılma varlıklar arasında,
Ateş ve küllerle,
Kanatlar ve sislerle,
Ölüm ve kederlerle sergiledi ruhunu.
Bir kız doğdu bu diyarda.
'Kuzgun' dediler adına.
O kız ki, ateşler üzerinde yürüdü,
Yana yakıla ayaklarla.
İsyanına bulanan saraylar,
O devrimin yüceliğine gölge düşüremedi.
O kız ki, devrimi üzerinde büyüdü.
Omuzları çökmüş, niyedir?
Hayatın yükü öyle üzerinedir.
Dünya ateşin ortasında bir kız gördü.
Bir kuzgun doğdu bu diyarda,
Aydınlık bir sabahta,
Sonbaharda.
Nefesi yetene kadar,
Attı nidalar.
Yırtılsın! Sesini duymayan kulaklar.
Yankılanır adı, yüzyıllar boyunca.
Adı sonsuz, devrimi sonsuz olsun, olursa.

-Kutsal Kader Lahiti'nden



-Zaman Kavramının Çok Ötesinde/ Siyah İmparatorluk-


Elance uzun yıllar önce, zamanının şövalyeleriyle çıktığı ve Zaferler Yolculuğu adını verdiği kuşatmalardan döndükten sonra Auron Ordu Komutanı unvanını alacağını biliyordu. Bu unvanı on bir yaşından beri arzulamış, hayatının sonuna kadar bu görev için çalışacağına dair bir yemin etmişti kendisine. Babasını kaybettikten sonra savaşmak için onurlu bir sebebi olduğuna inanmış ve kendi kendini eğitmişti. Auron'un Beyaz Krallık ile yaptığı savaşlardan birinde ölen babasının adı ve intikamı için gerçek bir asker, bir şövalye, bir komutan ve en sonunda Ordu Komutanı olmalıydı. Bu kararı verdiğinde sadece on dört yaşında olan Elance, zamanının güçlü askerlerinden kılıç, hançer ve topuz gibi silahları kullanmayı öğrenmişti. Yaşı ilerledikçe daha çok hırslanan çocuğun, günü gelince Ordu Komutanlığı görevine getirileceği o zamanlarda bile konuşulan meselelerdendi.
On altı yaşındayken, Siyah Lord tarafından siyasi meselelere dahil edilmeye ve bir politikacı gibi yetiştirilmeye başlanan Elance, yine bizzat AnnaPentran Enkraynıl tarafından "Vekil Varis" unvanı ile tahta geçme teklifi aldı. Ancak Elance, beklenmedik bir tepki verdi ve gözünün tahtta olmadığını söyledi. Onun istediği tek şey asker olmaktı, izin verilirse hayatının sonuna kadar da savaşacaktı. "Beyaz Kral'ın kellesi elbet birgün düşecektir" diyordu. "Tanrı kılıcımı keskin kılarsa, o kelleyi düşüren asker ben olacağım."
On yedi yaşındayken, çok sevdiği AnnaPentran Enkraynıl'ın saraydan ayrılışına tanıklık etti ve kendisi de aynı tarihlerde, beraberindeki şövalyeler ile Zaferler Yolculuğu'na çıktı. Uzun yıllar boyunca pek çok krallık gezdi ve "ya müttefiklik, ya kuşatma" sözleri doğrultusunda, birçok beyliği Auron'a müttefik kıldı ve azımsanamayacak kadar beyliği de fethederek, Auron'un sınırlarını genişletti. Kutsal Kader Lahiti tarafından kendisine "sonsuz gençlik" diye tanımlanabilecek bir ödül verilen Elance, yaklaşık yüzyıl boyunca on sekiz yaşındaki bir adamın görüntüsünde kaldı. Böylece sonsuz dinçlik ve gençlik sayesinde hep istediği gibi bir savaşçı olabildi. Auron'dan son ayrılışında tam on sekiz yıl dış dünyayı keşfe çıktı ve bu yıllar içinde Beyaz Krallık'ın müttefik ve tutsağı olan beylikleri Auron'a bağlamayı ant içti. Dediğini yapan Elance, bir şövalye unvanıyla, Beyaz Kral'ın müttefiklerini Auron'a dost kıldı ve böylece Beyaz Krallık'a ekonomik ve siyasi darbeler indirmiş oldu. Bunu yaparken tek bir askerinin öldürülmemesi de onun ne denli zeki stratejiler yaptığının ve gerçek bir komutan olduğunun kanıtı oldu.
İşte tüm bunlardan ötürü Elance, Auron Ordu Komutanlığını herkesten çok hak ediyordu. Ancak son zaferinden döndüğünde, Siyah Lord'un bir çocuğu evlat edindiğini öğrendi. Bu çocuk aynı zamanda Auron Soykanı'ydı ki bu da ona büyük bir anlam yüklüyordu. İşte şimdi Elance'ın Ordu Komutanlığı için bir rakibi vardı. Ordu Komutanlığı gibi bir unvanı Auron Soykanı dururken, kimsenin taşıyamayacağını söyleyenler azımsanacak bir kitleden fazlasını oluşturuyorlardı. Öteki yandan bu soykanın "Varis Prens" unvanı taşıması onun hem orduya hem de tahta sahip olacağı manasına pekala gelebilirdi. Ama Elance buna öyle kolay izin vermeyecekti. Randhom ile tanışmadan önce biraz heyecanlı olduğu söylenilebilirdi ama kulağına değen şeyler, hiç hoşuna gitmemiş, içindeki heyecanı nefrete dönüştürmüştü.
Elance hayatı boyunca Ordu Komutanlığını arzulamıştı ama bu işi kendinden daha iyi yapabilecek biri çıkarsa, bu görevden çekilmeyi de boyun borcu saymıştı. Auron Soykanı'nın kendisinden çok daha güçlü ve zeki olduğunu düşünmüştü ama gel gör ki Randhom –Elance'ın tabiri ile- pısırığın tekiydi. Siyasi anlamda iyi yetiştiriliyordu, 7 dil öğrendiği ve hâlâ yeni diller öğrenmeye çalıştığı söyleniyordu. Hitabet dersleri alıyor, siyasi ve tarihi kitaplar okuyordu. Auron'a pek çok müttefik kazandırabilirdi ama asla bir orduyu yönetemezdi. Bir erkek olarak bile yeterli değilken, bir asker olarak ne verebilirdi ki orduya? Auron Ordu Komutanlığı kesinlikle Elance'ın hakkıydı, başka bir ihtimal söz konusu olamazdı.
Elance, Siyah Lord'u bahçede buldu. Lord, askerleriyle sohbet etmiş, Beyaz Krallık'ın tüm cephelerden geri çekildiği bilgisiyle şenlenmişti. Sarayının bahçesindeki çardağında oturmuş, bir şarap testisini yarıya indirmişti. Keyfine diyecek yoktu. Ballı çörek, dut ve şarap, Siyah Lord'un naçizane ziyafet menüsüydü.
Uzun çizmeli bacaklarını çardağın tahta zeminine uzatmış, elindeki altın bardaktan şarap içen Lord, bir elini uzatıp;
"Oğul Elance" diye selamladı onu. Elance, müsaade isteyerek çardağa girdi ve yuvarlak divanın bir köşesine oturdu. Siyah Lord'un gözleri altın sarısı renkte parıldıyordu. Pozitif duyguların etkisindeyken gözleri genelde sarı olurdu, bu soykanlık ile alakalı tuhaf bir biyolojik güzellikti. Elance, balı arasından akan, süt rengi, yumuşak çörekten bir parça aldıktan sonra, ağzında oluşan tattan memnun kaldı.
"Özlemişim" dedi, lokmasını yutunca. Çöreği kaldırıp, sağına soluna baktı. "Savaş meydanlarında av hayvanlarının etinden başka bir şey yemeyince, bir parça kuru çörek bile enfes geliyor." Siyah Lord güldü.
"Auron'un en meşhur çöreklerindendir" dedi. "'Bir parça kuru çörek' deyip geçme." Genç şövalye şöyle bir etrafına bakındı.
"Varis Prens'i göremedim" dedi soru sorar bir edayla. Siyah Lord'un gülümsemesi bir anda soldu.
"Elçiler Ketsihya'dan haber getirdi nihayet. Senin de çok iyi bildiğin gibi Lorennah yaşıyormuş" dedi kinayeli bir tonla. "Ama Ketsihya, kızın kalbinin üzerinde bir yara olduğundan bahsetmiş mektubunda. Randhom hassas bir çocuktur, canı sıkıldı bu duruma. İstirahat etmeye odasına çekildi."
"Amma da hassas!" dedi Elance, bir an tükürmek istedi ama ne yazık ki bulunduğu ortam buna müsaade etmiyordu. Birden sinirlenen şövalye, "Ben babamı kaybettim" derken o on dört yaşındaki Elance'ı gördü Siyah Lord. "Babamı kaybettim yahu! Daha ötesi var mı?" Kafasını olumsuz anlamda sallayarak devam etti; "Kişi, çocuk yaşta babasını kaybedince, hiçbir şey eskisi gibi olmuyor." Biraz önce minnetle yediği çöreği, uzun parmakları arasında evirip çeviriyordu şimdi. Muhtemelen yaşlarla dolmuş zeytin siyahı gözlerini yere eğmiş, saklıyordu. Buruk bir tonla devam etti; "Kaybediyorsun. Baban ölünce sen de ölüyorsun. O an kaybediyorsun işte. Bir tarifi var mı bilmem o duygunun. Ben edemiyorum tarif falan. Ne zaman bahsi açılsa böyle dilime kadar geliyor da o acı, dökülmüyor işte dudaklarımdan. İçten batan diken gibi bir şey bu. Zehir zemberek bir tadı var. Bir kağıt kesiği gibi, buruk ve sızım sızım sızlayan bir acısı var. Bir gece karanlığa bulanıyor dünya. 'O öldü, baban öldü çocuk' diyor hayat. 'Bir daha sarılmayacak sana, oğlum demeyecek hiç. Sanma sakın başını okşayacağını, sanma dizlerinin üzerinden kaldırıp seni, senin için savaşacağını. Büyü çocuk' diyor hayat. 'Hemen şimdi at şu çocukluğunu kenara. Baban öldü çocuk! Büyü şimdi, hemen şimdi. Büyü çünkü bir daha asla neşeyle dolmayacak yüreğin. Büyü çünkü bundan sonra dikenli yollarda tek başına kalacaksın. Büyü çünkü ölümle yüzleştin. Artık öyle çocuk kalmak olmaz, oyun oynamak olmaz.'" Elance yutkunamıyordu. "Babanın ölmesi çok farklı bir his, Lord'um Siyah. Bir yeni yetmenin kıçı kırık aşk acısına benzemiyor. Anlatmayın bana. Randhom'un canının ne denli yandığını anlatmayın. Ben anlamam öyle şeylerden! Ben bilmem o şımarık acıları. Benim acımı da o bilmesin, istemem. Ama benim acım derin Lord'um. Ben istirahate de çekilemiyorum." Elance, ağlamamak için kafasını kaldırınca, ince bir örümcek ağı ilişti gözüne. Gülümsemeye çalıştı. Siyah Lord'un yüzünde artık gülümseme falan kalmamıştı. Bir süre huzursuz bir sessizlik oldu. Teselli edilemeyen bir dert dökülmüştü ortaya, kapanmayacak bir yaraydı bu.
"Gününüzü zehir ettim" dedi Elance, sessizliğin uzayıp gitmesine izin vermeden. Siyah Lord, kolunu omuzlarına attığı oğluna gülümsedi.
"Baban her zaman bir oğlu olsun istemişti" dedi zorlukla. Ölmüş bir dostun oğluna sarılmak kolay değildi. Siyah Lord, acısını hâlâ kalbinde hissediyor ve hâlâ hergün onun için dua ediyordu. "Daha doğmamış oğlunu öve öve bitiremezdi. Şöyle yiğit olacak, böyle güçlü olacak der dururdu. Ona takılmak için 'bir kızın olacak' derdim. 'Ya da oğlun asker olmayı aklından bile geçirmeyecek, zarif ruhlu bir çocuk olacak o.' Gülerdi. Kendinden o kadar emindi ki, bazen kulağına bir kehanet çalındı sanırdım. Kim bilir, belki de Kutsal Kader Lahitleri vermiştir bu müjdeyi ona. Elance, baban yanılmadı. Hiçbir zaman. Sen onun hayalini kurduğu oğulsun." Elance artık kendini tutamayıp ağlıyordu. Siyah Lord'un kollarında hıçkıran o sarsılmaz adam, artık iyice küçülmüş, bir çocuğa dönüşmüştü. Ama bu çocuk öyle şımarık, ilgi isteyenlerden değildi. Bu çocuk ölümün sessizliğiyle donup kalan, hayatla daha minicik bir vücudun içindeyken yüzleşenlerdendi. Siyah Lord, zorlukla yutkunduktan sonra devam etti; "Ben Tanrı'ya inanırım ve kaybettiğimiz herkes bizi bir yerlerden izliyor, buna da inanıyorum. Baban burada Elance, Auron'da, senin yanında. Bizi izliyor. Ve..." Siyah Lord'un gözünden bir damla yaş düşerken, Elance hıçkırıklarına hakim olmaya çalışıyordu. "Ve diyor ki... 'Seninle gurur duyuyorum oğlum.' Seni şimdi görse böyle diyeceğine eminim." Bir süre sessizlik oldu. Hıçkırıklarını güçlükle dindiren Elance, Siyah Lord'un kolunda usul usul ağladı. Elance'ın içindeki o çocuk, o uzun yıllar boyunca bir babanın gücüne güvenip de bir gece huzurla uyuyamamış o çocuk, şimdi tüm yaralarıyla, tüm ıstıraplarıyla ve ruhunun tüm çıplaklığıyla sarılıyordu Siyah Lord'a. O an Ordu Komutanlığının da Randhom'un da bir önemi yoktu işte. O an sadece bir oğul vardı babasız. Ve bir baba vardı, oğulsuz. Evet, Siyah Lord'un bir çocuğu yoktu ama o şüphesiz ki bir babaydı. En azından Elance böyle düşünüyordu. O şekilde saatlerce kaldılar, konuşmadı Elance. Utanmadı. Yıllardır içine akan gözyaşlarını, gün ve gün büyüyen acısını dökerken ilk kez korkmadı.



-Yeşil Orman (Reveran)-

Gökyüzü, birkaç gece önce bardaktan boşalırcasına yağmur bırakan kendisi değilmiş gibi, sıcak bir güneşe ve sürreal bir tablodan fırlamış gibi soyut figüratifli görünen sanatsal bulutlara kucak açmıştı. Ormanı oluşturan ağaçlar birbirleriyle bir tür görkemlilik yarışına tutuşmuş gibi, büyümüş de büyümüş, her biri Ulu Ağaç unvanını fazlasıyla hak etmişti. Koyu yeşilin hakimiyetindeki ormana, bir altın zerafetiyle düşüyordu gün ışıkları. Beyaz kelebekler süzülüyordu bu gün ışıklarının altında. Mavi Orman gösterişli ve güzel bir ormandı ama Lorennah, elinde bir tür güzellik tacı olsa onu Yeşil Orman'a vereceğini düşündü. Burası bir tür cennetti. Kulaklarına kadar ilişen suyun hafif şırıltısı ve rüzgarın getirdiği o serin, ferah hava her şeye bedeldi. "İnsan burada yaşlanmaz" diye düşündü Lorennah. "İnsan burada delirmez de." Burnuna değen o hava öyle ferah, öyle nefisti ki... Havanın kokusu vardı! Taptaze bir kokuydu bu. Açık bıraktığı sarı saçlarını uçurarak, etrafında dönmeye başladı Lorennah. Öyle hoş bir ortamdaydı ki! Çılgınlar gibi dans etmek, koşmak, şarkı söylemek, aşık olmak istiyordu. Kollarını açmış, dönerken kıkırdıyor; "Burası bana büyü yaptı" diye bağırıyordu. Ketsihya güldü. "İnsan ömründe görmediğin kadar güzel, öyle değil mi?" Bembeyaz, dantelli kıyafetiyle döndükçe dönen kız;
"Kesinlikle" dedi mutlulukla. "Burası büyülü bir yer!"
Elijah da Lorennah gibi dans etmek isterdi ama bunun kendisinde o kadar zarif durmayacağını biliyordu. Gözlerini Lorennah'tan ayırıp, ağaçları heyecanla izlemeye koyuldu Elijah. Koyu yeşil yapraklı ağaçların hepsi başka bir türün ferdiydi ki bu da doğanın kardeşlik mesajı verdiğinin en kuvvetli kanıtıydı. Ormandaki pek çok ağacı daha önce hiç görmediğinden ilgiyle çevresine bakınıyordu Ketsihya'nın misafiri. Lorennah ve Elijah, Cadı Kabilesi'nde 'Cadı Lideri'nin misafirleri' olarak anılıyorlardı. Cadılar, liderlerinin evlat edinmesini, çocuk doğurmasını veya herhangi bir sebepten ötürü bir çocukla yaşamasını asla kabul etmezlerdi. Ama Ketsihya'ya sonsuz saygı ve sadakat duyan bu katı kurallı halk, ilk kez bir günahı kabul etmiş, Tanrı Buyrukları'na itaatsizlik anlamına gelse bile, Cadı Lideri'nin çocuk misafir kabul etmesine ses çıkarmamışlardı. Üstelik bu misafirler insandılar ki bu da yenilir yutulur bir durum olmamakla beraber, cadıların ne denli fedakar olduklarını gösteriyordu. Cadılar, Soykan Katli'nden sonra 'Afallama Dönemi' dedikleri bir dönem yaşamışlardı. Soykan ölümlerinden sonra büyü güçleri gün ve gün azalan cadılar, eskiden yıllar yıllar aç susuz yaşamalarına rağmen artık bir yılı durdurmadan inanılmaz bir açlık çekiyorlardı. Tek sorun bu da değildi. Cadılar artık, insanlar gibi düzenli bir uykuya ihtiyaç duyuyor, düşük ve yüksek sıcaklıklardan etkilenebiliyorlardı. Hayatları boyunca bir kez bile terlemeyen cadılar, soykanlarının katledilmesinden sonra, en ufak bir sıcaklıkta bile eriyecek gibi oluyorlar, en ufak bir esintide donacaklarını sanıyorlardı. Cadılar böyle şeylere alışık değillerdi. Paraya, besine, bünyevi şeylere ihtiyaç duyan ırklardan değildi onlar. Bu yüzden zor bir döneme girmişler, gerçek anlamda afallamışlardı. Yine de şanslıydılar. Çünkü Cadı Lideri Ketsihya, yeniyetmelik dönemlerinde bile cadılar için elinden geleni yapmıştı. Artık açlıkla yaşamayı öğrenen cadılar için, tarım, avcılık ve hayvancılık kurallarını öğrenmiş, bildiği her şeyi de cadılara öğretmişti. Böylece en önemli sorun olan besin sıkıntısı ortadan kalkmıştı. Cadılara iklimleri ve iklimlere göre giyinmeyi, sıcaklarla ve soğuklarla nasıl baş edileceğini öğreten Ketsihya, para kazanmaları için ticaret yapmalarının önemini de cadılara anlatmıştı. Büyüsüz veya çok az büyü yaparak yaşamayı kolaylaştırmış, cadıların hayatta kalmalarını sağlamıştı. Büyü gücünü tamamen yitiren cadılar, artık diğer ırklardan farkları olmadığını iddia edince Cadı Lideri, cadılık kültürünü ve inançlarını asla unutmamaları için her bayramlarını kutlatmış, her bireye kültürel bilinci aşılamıştı. Üstelik tüm bunların yanında büyü güçlerinin bir kısmı hâlâ korunduğu için Ketsihya umut olmuş, her fırsatta, cadılığın son bulmayacağını vurgulamıştı. Konuşmalarının birinde, "dünya üzerinde son cadı kalsanız bile, cadılığa inanın" demişti. "Bayramınızı kutlayın, kendinizin Cadı Lideri olun, günahlardan sakının ve cadılığa inanın. Biz cadıların en büyük görevi, cadılığı yaşatmaktır."
İşte bu yüzden Ketsihya, cadılar için çok önemliydi. Ve yine bundan dolayı, cadılar, onun iki insanı misafir olarak Cadı Kabilesi'ne getirmesini sorgusuz sualsiz kabul etmişlerdi.
"Bu kadar yürüdüğümüz yeter" dedi Ketsihya, cadı diliyle. Kendisini takip eden yüzlerce cadıya rehberlik ediyor, en önde yürüyordu. Durup, cadıların tamamına duyurabileceği bir ses tonuyla;
"Burası konaklamak için uygundur" diye buyurdu. "Çadırlarınızı kurun, ateşleri yakmaya başlayalım. Yiyecek ve içeceklerden sorumlu olanlar lütfen işlerini layıkıyla yerine getirsin. Geçen yıl olanların tekrarlanmasını kimse istemez." Cadılar keyiflenip, gülerlerken genç bir cadı kızı, kızarıp bozardı ve kendisine sataşanlara hışımla çıkıştı. Yakın arkadaşları da dahil, çevresini saran cadılar gülüyor;
"Ne maceraydı ama!"
"Tam bir sakarsın!"
"Cadılar aşkına! Çok komikti yahu!" gibi şeyler söylüyorlar, genç cadı bu sefer hışımla; "kesin sesinizi, susturun cadı dillerinizi! Kaç kez anlattım yahu? Kulaklarınızın içi pislikle doldu galiba, duymamışsınız hiçbirini!" diye bağırıyor, o bağırdıkça diğerleri gülüyordu. Dans etmekten başı dönen Lorennah, geçen yıl ne olduğunu bilmiyordu ama olanların, o küt saçlı kızla bir ilgisi olduğu açıktı. Cadılar nihayet genç kızı rahat bırakıp sağa sola dağılıp bohçalarını dökmeye başlarken bir kargaşa oldu. Lorennah, Ketsihya'ya ulaşmak istedi ama bu mümkün görünmüyordu. Cadı Lideri'nin başı fazla kalabalıktı. Lorennah, kendi bohçasını özenmeden bir yere bırakmıştı. Şimdi oraya tekrar gidip, çadırını kurmaya niyetlendi. Ayakları üzerinde yükselip, görüşünü kapatan cadılar arasından Elijah'a bakındı. Elijah halinden mutlu görünüyordu. Bir grup cadının arasındaydı, beraber çadır kuruyorlar, bu arada da bir dostluk başlatmak adına sohbet ediyorlardı. Lorennah gülümsedi. Artık Cadı Sarayı'ndan çıkıp, sokaklara, cadılara ve onların arkadaşlıklarına karışmanın zamanı gelmişti. Kendisine yardım etmesi için Elijah'ı çağırmak istedi ama karşısındaki kısa saçları kıvır kıvır olmuş, elleriyle heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatan, kendi yaşıtlarındaki cadıyı dinleyen Elijah, katıla katıla gülüyor, arada bir söze karışıp bir şeyler soruyor ve belli ki dost olduğu cadının omzuna vuruyordu. Lorennah onu orada bırakmanın daha doğru olacağını düşündü. Alaren Ritüeli, her ikisi için de bir fırsattı. İkisi de artık dost edinebilirdi. Önüne dönüp, yürümeye koyulduğunda takip edildiğine dair tuhaf bir şey hissetti Lorennah. Sanki tüm ormanın gözü üzerindeymiş gibi irkildi. Uzun parmaklarıyla, yüzünü örten saç tutamını alıp sağ kulağının ardına arttı. Kafasını kaldırıp şöyle bir sağa sola bakınca, ormanın kimseye ev sahipliği yapmadığını belli ettiğini fark etti. Tüm ağaçlar fazlasıyla sıklaşmış ve büyümüştü. Yerden biten yararsız otlar bile insanın dizlerine tırmanıyordu. Cadılar, epey yürüdükten sonra ormanda bir açıklık bulmuştu ama burası da Cadı Kabilesi gibi bir yerleşim alanı değildi. Sık çalıların arasında tavşanların koşuşturduğu, ağaçların seyrekleştiği ama asla yokolmadığı bir köşesiydi ormanın. Yeşil Orman tabiri caize tam bir "balta girmemiş orman"dı. Lorennah, ormanın ıssızlığından emin olup rahatladığında aklına tuhaf bir soru geldi. Bir ormana neden "yeşil" ismi verilirdi? Mavi Orman ismi mantıklıydı çünkü bir orman asla mavi olamazdı ve eğer bir ormandaki ağaçların mavi mavi parıldadığı iddia ediliyorsa o ormana pekala mavi denebilirdi. Peki ama yeşil? Zaten her orman yeşil değil miydi? Öyleydi. Lorennah aksini düşünemiyordu. Mavi Orman bile aslında yemyeşil ağaçlara ev sahipliği yapıyordu. Bu ağaçlar gece ay ışığı altında mavimsi ışıklar saçıyordu yalnızca. Peki ama ya Yeşil Orman? Onun sırrı neydi?
"Hikayeleri sever misin?" Lorennah, içinde bulunduğu düşünce aleminden korkuyla ayrıldı. Sıçradı ve iç çekip, bir refleks ile elini kalbine koydu. "Ödüm koptu" diye mırıldanırken, kendisiyle konuşmaya çalışan çocuğu da o an fark etti.
"E.. Efendim?" diye kekeledi. Ketsihya haricindeki hiçbir cadıyla iletişimi olmamıştı, bu yüzden hâlâ cadılara karşı ne hissedeceğini, nasıl davranacağını bilemiyordu. Elijah gibi kendisi de bu günü bir fırsat olarak değerlendirmek istiyordu ama öyle korkmuştu ki, bu istek yüreğini o kadar doldurmuyordu artık. Karşısındaki çocuk, tipik bir cadıdan farklıydı. Gri, dalgalı saçları göğe doğru çıkıyordu. Bu kadar düze yakın hafif dalgalı saç, cadılar arasında çok sık görülmüyordu. Ama çocuğu diğer cadılardan ayıran tek şey saçları değildi. Gözlerinde diğer cadılardan farklı bir ton vardı. Kırmızı gibi anormal bir renkte olan gözler cadılar için tabii ki gayet normaldi. Ama kırmızı ve siyah olmak üzere iç içe geçmiş iki halkadan oluşmuş bu renk... Lorennah böyle bir şeyi cadılar arasında hiç görmemişti. "Tek tek tüm cadı gözlerine bakmadın sonuçta" dedi içinden. "Mutlaka böyle gözlere sahip cadılar da vardır. Neden olmasın ki?" Lorennah çocuğu ilgiyle süzmeye devam etti. Çıkık elmacık kemikleri bembeyaz teni üzerinde o kadar çok belirginleşmişti ki, çocuk sanki bir iskeletti. Sol elmacık kemiğinin üzerinde derin bir kesik vardı. Çoktan kurumuş kesiğin kenarlarındaki deriler çürük bir kahverengiye dönmüştü. Ve dudakları mosmordu. Burnundaki deri de yanmış gibi kurumuştu. Lorennah onda çok tuhaf bir şey olduğunu düşündü. Tuhaf ve... Bunu ifade edemiyordu, sadece çocuğu ürkütücü bulmuştu ve bir an önce ordan ayrılmak istedi. Lorennah ne olduğunu anlayamıyordu ama gerçekten iyi hissetmiyordu.
"Hikayeleri sever misin?" dedi çocuk. "Bu gece çok fazla anlatılacak."
"Ö-öyle mi?" Lorennah kekelemesine engel olamıyordu. "Adın ne senin?" dedi kısa bir suskunluğun ardından, sessizce ve büyük bir ilgiyle kendisini izleyen çocuğa. Lorennah da onu ilgiyle izliyordu ama. Eski püskü kıyafetleri, çamura bulanmış, neredeyse her yanı ayrı ayrı yırtılmıştı.
"Hikayeleri sever misin?" diye tekrarladı çocuk. Lorennah'ı duymuyormuş gibi davranıyordu. "Bu gece çok fazla anlatılacak." Durdu, gülümsedi. Ön dişinin ucu kırık olmasına rağmen, gülüşünün acımasız bir çekiciliği vardı.
"Hikayeleri sever misin? Ben severim. Ama kehanetleri daha çok severim. En çok bir tanesini seviyorum. 'Ve bir gün' diye başlıyor. 'Ve bir gün Deja...'" Birden sustu. Ölü gözlerinde keskin bir canlılık parıltısı oluştu. Lorennah'ı ilk kez fark ediyormuş gibi baktı ona.
"Beni duyuyorsun" dedi, Lorennah kendisine mimiksiz bir suratla bakan çocuğun belirgin bir şekilde gülümsediğini hayal etmekten alıkoyamadı kendini. Kafasının içinde kahkaha atmaya başlayan donuk surat, boş boş bakmaya devam ediyordu. "Ankah'ı görüyorum" diye devam etti çocuk. "Varlığına şahitlik ediyorum." Lorennah dehşetle yutkundu. Kutsal Kader Lahiti'nde yazan o kelimeyi, Ankah kelimesini nasıl biliyordu bu tuhaf cadı? Başını geriye çevirip, yakınlarda biri var mı diye baktı, kimse yoktu. O sırada çocuk son kez konuştu:
"Gel" dedi. "Bir kehaneti duymak, hükmüne şahitlik etmek için gel." Lorennah bakışlarını tekrar cadıya çevirince yüzüne hafif bir rüzgar çarptı, karşısında kimse yoktu. Ne yapacağını bilemiyordu ama ayakları hızla hareket etmeye başlamıştı. Koştuğunu fark etti Lorennah. Hızla koşup, cadılara ulaşmaya çalışıyordu. Kalbinin deli gibi çarpışı kulaklarında çınlıyordu. Korku tüm tüylerini diken diken etmişti. Vücudu tir tir titrerken bir an bile durmadan koşmaya devam etti. Nihayet cadıların oluşturduğu kalabalığa varınca terden ıslanmış ellerini, koyu mavi elbisesinin eteğine sildi. Çadır kurma işlemini bitirip, sohbet etmeye koyulmuş cadılar dönüp dönüp ona bakıyorlardı. Çok geçmeden gençlerden bir cadı kızı, elinde bir bardak içkiyle Lorennah'a yaklaştı. Çarpık dişleri, olması gerektiğinden biraz küçük burnu, dağınık kaşları ve yanaklarındaki belli belirsiz tüyler çilli sarı yüzünü güzel göstermiyordu ama Lorennah o yüzü uzun uzun inceledi. Bu yüzde bir şey vardı. Canlılık! İşte o an Lorennah biraz önce konuştuğu çocuktan neden bu kadar ürktüğünü anladı. O bir ölüydü! Lorennah, alt dudağını ısırdı. Yanık burun ucu, sol elmacık kemiğiin üzerindeki derin kesik, ölü deri, mor dudaklar birbiri ardına gözlerinin önüne geldi. Solgun beyaz deriden yayılan soğukluk, Lorennah'ın burnunu yakan çürük kokusu... O bir ölüydü! O bir ölüydü! Ama gözleri öyle değildi. Onlar canlılığını yitirmemişti.

    İlerdeki cadılardan, birbirlerini bastıran çeşitli kadın-erkek sesleri yükseliyordu. Kimileri neşeyle şarkı söylerken, çoğu heyecanla gece olacakları konuşuyorlardı. Elijah da orada bir yerdeydi. Elijah da oraya aitti. Ama Lorennah kesinlikle onlardan olamazdı. Olamazdı çünkü yazgısı onun peşini bırakmıyordu, nereye giderse gitsin, kim olmak isterse istesin, yazgısı belliydi. Ona bir kez "Ankah" denmişti Kutsal Kader Lahiti'nde. Ve bunu ölü cadı da söylemişti. Bundan ötesi yoktu. Lorennah bunu çok iyi biliyordu işte. 

Satranç Jokerleri 4 : Kanlı Dans RitüeliHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin