.....................................................................................................
"Bulantı. Sartre"
-2-
Otobüs durağın biraz ilerisinde durduğunda delikanlı gözlerini açar gibi oldu. Işığın altında birbirlerine yapışmak için geberip de gururlarından yaklaşamayan insanların otobüsü görünce kıpırdandıklarını gördü. Üşümüş insancıkların yerinde koyunlar olsaydı şimdi birbirlerine yaklaşırlar ısınırlardı diye düşündü Mete. Oysa şimdi zavallıcıklar anlamsız gururlarının soğuk pençesinde üşüyorlardı. İçlerinden birkaçı koşturup otobüse bindi. Otobüs hafif bir sarsıntı ile yürüdü. Kalabalık yeni bir otobüs için tekrar içine gömülüp beklemeye başladı. İçi sıcacık otobüs ne güzeldi. Motorun hafif titreşimleri insan vücudunda masaj etkisi yapıyor, hafif bir uyuşukluk bacaklarından yukarı tırmanıyordu uyumak istiyordu genç adam.
Pazartesi, en iğrenç gün her zaman. Takvimlerden silinmeli. Mete emindi artık midesinde bir sorun olduğundan. Pazartesileri midesi hep su kaynatıyordu. Acı bir ekşime, burulma. Ders aralarında dinlenmelerde bir şeyler atıştırmasa midesine iyice kramplar girecek.
Bunun elbette tek bir sebebi var. Çok iyi biliyor ki etimoloji hocasının sarı dişleri midesine vuran yumruk. Üniversitenin bölümünde ikinci sınıfın her iki döneminde de okutulan bu ders herkese göre en eğlenceli ders gibidir. Ama dersin sarı dişli hocasının ısrarla ezber dersi olmadığını söylemesine rağmen, en az 1.000 kelimeyi ezberlemeleri gerektiğini söylemesi ise trajik bir ironidir öğrencilerin gözünde.
Bu dersi o adamdan nasıl dinleyebilir Mete. Aslında sorun ders ya da 1.000 kelime değildi, hocaydı. Şimdi karar verdi buna. Hocanın minicik gözleri, şişe dibi camlı gözlükleri, kirli sarı girişli mağara ağzına benzeyen ağzı sorundu. Sırf bu hoca yüzünden bile pazartesi en iğrenç gün kabul edilebilirdi. Adamın kitaplarını hep o karı kılıklı, mısır saçlı, sivilceli suratlı salak asistan getiriyordu. Birkaç kere bu kendini beğenmiş yalamaya haddini bildirmeyi düşünmüştü. Fakat bir gün aniden kafasında olayı çözümlemişti. Dostoyevski 'Ölüler Evinden Anılar' adlı kitabında insanları hayvan cinsleri ile kategorize ediyordu. Bazı insanlar kurt, bazıları köpek, bazıları da sırtlan cinsine giriyordu. Bir yılanı yılanlığından ya da köpekliğinden dolayı kınayamazdık. O sivilce suratlı asistan görünüşte bu aptal hocaya severek hizmet ediyordu. Çünkü; herkesi, özellikle de hocaları hoş tutmak gerektiğini düşünüyordu. Etimoloji hocasının kirli sarı dişleri, mağara ağzı ve tehditkar yüzü bir anda otobüsün penceresinde beliriverdi.
"Sizler gibi görev duygusu olmayan insanlar bu milletin bir ferdi olamaz. Ruhsuzsunuz. Üniversiteli oldum diye kendinizin bir halt olduğunu düşünüyorsanız yanıldığınızı belirtirim. Ülke zaten bu vurdumduymazlığınız, ders dışında her bir bokla uğraşmanız yüzünden bu hale geldi. Size bir vatandaş, bir genç, her şeyden önce toplumun bir ferdi olarak görevinizi öğretmek istiyorum. Varlığınızın amacı nedir? Size ne görev verilmiştir. Görev en önemli borcunuzdur ...görev...görev...görev..... Eveet şimdi derse beş dakikalık Atatürkçülük dersi vererek başlıyorum. Daha sonra bugünkü konumuza geçeceğim." Hep aynı otomatik ses ve o sesten hep aynı sözler. Ölüm işte böyle bir anda gelmeliydi. Bu herifin şahsında tüm insanlardan, yaşamdan, gelmişten ve gelecekten tiksindiği ve nefret ettiği bir anda gelmeliydi ölüm.
.......................................................................................................
Genç adam eve gitmek istemiyordu. Otobüsün son durağa varmasını da istemiyordu. Aslında ne güzel olurdu şimdi evde olmak. Sımsıcaktır ev, kapıcı kaloriferleri yakalı iki saat olmuştur. Ama yine de soğuk bir şeyler olur hep yerin altında. Perdeleri hep kapalı tutmak zorundasındır. Yoldan biri geçse, hafif eğilse içeriyi görüverir. Baksın ne olacaksa; darmadağın eşyalar, kupkuru duvarlar, çöplük. Levent denen herif de uğramıyor ki eve, çeki düzen versin.
Gözlerinin tam önünde iki maviş göz duruyordu. Bukle bukle sarı saçlar ve fındık burun. Tam TV reklamları için bir çocuk. Kız mı erkek mi belli değil. Güzel bir çocuk, kız olmalı. Ama çocuk bu, ne olduğu ve ne olacağı belli olmaz. Hemen Mete'nin önündeki koltukta annesinin kucağında ve annesinin omzundan Mete'ye bakıyor maviş maviş. Ne zaman oturdular buraya? Elini kaldırıp bebişin fındık burnuna dokunmak istedi ama eli kalkmadı. Hatta hiç oynamadı eli. Eli isteksiz ve iradesizdi. Artık organları onu dinlemiyordu.
Son durak yaklaşmış olmalı. Mete tüm uyuşukluluğuna rağmen yine de çocuğa gülümseyebildi. Dudakları sağa kaydı, gözlerinin etrafındaki çizgiler derinleşti, uzun kirpikler birbirine değdi. Çocuk utandı kafasını çevirdi. Annesinin başörtüsünden taşan kumral saçlarından bir bukleyi yakaladı, çekti. Çocuklar şeker şeyler, insan evlendiği zaman kalbur kalbur çocukları olmalı. Tabi'i ki kendi çocukları hariç. Otobüsün o bunaltıcı sıcağında içten içe üşüdüğünü hissetti. Dışarıdaki kirli kar Mete'nin yağıyordu. Hayret ne çok uykusu vardı.
