Her insanın dünyaya farklı bir geliş amacı vardır. Kimse boş bir yaşam geçirip ömrünün sonunda toprağa gömülmek için yaratılmamıştır. Dünyaya geliş amacımız, fıtratımızın temelinde yatan özelliklerle bağlantılıdır. Ben bu açıdan biraz karışığım. Küçüklüğümden beri boş defter yapraklarına elbiseler çizerim, evde kendi kendime dans ederken yeterli hazzı alamadığımdan folklor kursuna gidip daha profesyonel dans etmeyi öğrendim. İleride bir gün işime yarayacağını biliyordum ama hayalimde bu kadar küçük yaş kitlesi yoktu. Taş çatlasın beş veya altı yaşlarında olan on küçük çocuğa dans etmeyi öğretmek, onları düzene sokma çabasının yanında hiçbir şeydi. Dans etmeyi öğretebilmem için öncelikle düzene girmeleri gerekiyordu ve on kilo ballı kaymak yemiş gibi odanın içinde koşuşturan çocuklar, su basmış yuvalarından kaçmaya çalışan karıncaları andırmasaydı bunun kolaylıkla mümkün olduğunu söyleyebilirdim ama söylemem. Durmuyorlardı yoldaşlarım, bir saniye olsun durmuyorlardı.
Eh, ben kalabalık bir sülalenin içinde gürültüyle büyümüştüm. Barut sülalesinde sesinizi duyurup kendinizi dinletebilmeniz için oldukça yüksek sesli ve hızlı konuşmanız gerekir, hiç olmadı ortaya çıkıp kahkahalarla gülmeye başlayın ve herkesin ciddi bir şekilde sessizliğe bürünerek size odaklanmasını sağlayın. En kötü deli olduğunuzu düşünürler ama bunun pekte önemi yok çünkü size deli diyenlerin çoğu delidir.
Velhasıl-ı kelam, beni asla umursamayan çocukların dikkatini çekmek için yapabileceğim iki şey vardı. Birincisi kahkahalarla gülmekti ki bunun beş saniye önce denemiş, başarılı olamamıştım. İkincisi ise yüksek sesle şarkı söylemeye başlayıp ilgi çekici dans hareketleri yapmaktı. Bu gözlerindeki imajımı yaşlarıyla aynı seviyeye indirirdi ama onlardan başka şahit olacak kimse yoktu, patronum Poyraz yan odadaydı ve sonunda bizi yalnız bırakabilecek kadar bana güveniyordu. Yani lütfen, kim bu masum suratın katil olabileceğine inanır ki? Burada katil olabilecek biri varsa o da şu küçük cadaloz Betül'dü.
Derin bir nefes alıp ciğerlerimi havayla şişirdikten sonra diyaframıma aldığım havayı bırakarak kargaları aratmayacak sesimle o çok sevdiğim Kenan Doğulu şarkısını söylemeye başladım.
"Peşinden az koşmadım ki," diye başladığımda hiçbiri tarafıma bakmamıştı. "Ele güne rezil oldum. Az çeneler sarf etmedim ki, hak edeni görür Allah!" Allah derken sesimi yükseltince başlar ufaktan bana dönmeye başlamıştı. "Mutluluk yakın, yarından yakın!" sesimin kötülüğünü umursamadan bağırırken nakarat kısmına girdiğimde yerimde dans etmeye başlamıştım. "Kandırdım nazlı yâri sonunda çılgın sözlerle, kandırdım sonunda güzel gözlümü oyunlarla. Sevgiye çeyrek var!" Tuhaf hareketlerimi, sessizlik içinde izlerken hepsi yavaşça yanıma doğru geliyordu. İşte elde etmek istediğim ilgi buydu ve başarılı olmuştum. Alarçin Barut'un isteyip de başaramadığı ne vardı ki on yaramazı dize getiremesin?
Başımı ve kalçalarımı aynı yöne sallarken kollarımda onlara uyumla havada dönüyordu. Yeterli ilgiyi üzerime çektiğimi hissettiğimde her tarafımı sola savurup durdum ve öğrencilerime baktım hevesle. Gözleri, bize bu kadını kim buldu, der gibi bakıyordu. Böyle düşünmekte haklıydılar ama yapacak bir şey yoktu, başa gelen Alarçin çekilirdi.
"Ne oldu? Hoşunuza mı gitti? Bir kere daha söylememi istiyor musunuz?" Hepsi aynı anda yüzlerini buruşturup başlarını iki yana sallarken hedefine ulaşmış Süper Mario gibi yerimde zıplamak ya da Sonik gibi yerimde yuvarlanmak istiyordum.
"Eğer şarkı söylememi istemiyorsanız, beni dinleyip uslu olmanız gerekiyor. Böylece dersimizi hızla bitiririz ve koşuşturmacanıza devam edebilirsiniz. Tamam mı?"
Şarkı söylememi istememeleri beni biraz üzüp gücendirse de sesim konusunda güzel yorum yapamayacağım için onlara hak verdim. Sözümü dinleyip eşleştirdiğim gibi sıraya girdikten sonra yaklaşık bir buçuk saat Hint dansının temelini öğretmeye çalıştım. Kızlara öğretmek daha kolaydı ama erkekler kol sallamak dışında sadece zıplamaya endeksliydiler. Sonunda hepimiz yorgunluk içinde yere çöktüğümüzde uzandığımız yerden tavana anlamsız, hayat sorgulayan bakışlar atıyorduk. Beş yaşındaki bebeler ne kadar sorgulayabilirdi bilmiyordum gerçi, en azından alamadıkları oyuncakları düşünüp acaba ne yaptım da alamadım, diye düşünüyor olabilirlerdi. Mesela ben, hayalim olan İstanbul'dan uzakta memleketimde kapana kısılmış vaziyetteyken, tasarım okumama rağmen dans öğretmeni olmamı sağlayan hatamı arıyordum. Oysa başarmıştım bunu. Sınavı kazanmış, mülakatı geçmiş ve kendimi İstanbul'a atmıştım lakin ondan sonrası derin bir karanlıktı. Bir kaza geçirmiş ve uyandığımda yaşadıklarımı unutmuştum. Tamam, burada olmamın sebebi kaza yapmış olmamdı ama her şeyi bırakmama gerçekten gerek var mıydı? En azından kendime geldikten sonra geri dönebilirdim ama ben onu da yapmamıştım. Ameliyattan sonra günlerce toparlanmaya çalışmış, sokak sokak dolaşmış ama asla bir yere varamamıştım. Dönüp dolaşıp geldiğim yer yine o küçük hapishaneydi ve biz o yere ev diyorduk. Geceleri uyuyamamış, kâbuslarımda sürekli kaybolmuştum. Üzerinden beş yıl geçmişti ama ben yeni yeni toparlanıyordum. Filmlerde ya da dizilerde oyuncular yaralandıktan veyahut hastaneye kaldırıldıktan sonra çok kısa sürede toparlanıyordu ama gerçek hayatta kesinlikle böyle değildi. Uyandığımda ailemin gariplikleri ve oldukça tedirgin edici soruları beni daha beter hale getirmişti. Kimseye belli etmesem bile kendi içimde büyük sorgulara giriyor, karanlık odanın içindeki parlak beyaz ışığın altında oturup kendi kendimi geriyordum. Soru sormayı ikinci yılda bırakmıştım. En iyi kaçış yolu cahillikti. Hiçbir şey bilmezsem üzülmezdim bende öğrenmedim. Biliyordum, o karanlık beni içine çekerse bir daha asla bırakmayacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ALARÇİN-1
Teen Fiction"İnsanların kişilikleri isimlerinin anlamlarıyla ilişkilidir," dediğinde kısa bir an ne demek istediğini algılayamamıştım ama saniyeler sonra devam etti. "Güzelliğini güneşin kızıllığından alan." "Çoğu kaynakta güneş yerine ateş yazıyor. Ulaşılması...