8. BÖLÜM

56 4 1
                                    

GÜNEŞ’E KAPANAN GÖZLER
    
        Ağzı üzerindeki uyuşmalar içine konulduğu çuvalın ardından yüzünün denk gelen yerine indikçe bağırıyor bağırdıkça gözyaşlarının tuzlu tadını ağzında hissediyordu. Çuvalın öbür tarafında okunan duaların mırıltısına annesi ve halasının sesleri karışıyor. Bundan sonra bağıra bağıra ağlamamasına dair temenniler, bu üfürükçü ritüelinde huşu içinde iki dilde de dile getiriliyordu. Zira ağzını havaya kaldırarak bağıra bağıra ağlamak uğursuzluk addedilirdi. Oysa bir kere yapmışlardı bunu şimdi yine neden yapıyorlardı. O günden sonra hiç sesli ağlamamıştı. Öğretmenin trampet çubuğunu tırnaklarının üzerinde, yahut anahtarını kafasında hissettiği anlarda, ayağına amansızca bir ağrının durup da yürüyemeyip okul önünde otururken, ile taşınacaklarını duyduğunda arkadaşlarından ve Ayça’dan ayrılacağını düşünüp ellerini yastığının altına gömdüğünde, şimdi çilekeş eşi aklına gelip de ağladığında ilk oğlunun masumiyet dolu gözünü ve yüzünü hatırladığında, doğduğu günden beri sessiz ağlayabilen kardeşi Orhan’ı ve çocukluklarını anıp onu özlediğinde, annesini, babasını düşündüğünde hep sessiz ağlayabilmişti. Şimdi bu neyin nesiydi. Oysa ilk oğlu cinlerden ve uzaylılardan korktuğunu söylediğinde onun elini tutarken: “Korkma, onlar benden köpekten korkar gibi korkar.” Dediğinde de çok cesurdu. Şimdi neydi bu içinde bulunduğu durum. Niye girmişti bu çuvalın içine. Aman vermeden inen terlikler artık bedenine de inmeye başlamıştı. Acılar ağrıya dönüşmüştü çoktan. Can havliyle elini savurduğunda çuvalın sert yüzeyinden yorganın ipeksi yumuşaklığına geçtiği anda çıktı yakaza halinden. Her yeri ağrıyordu. Acaba çocukluk anılarının rüyaya dönüşmesi hali normal miydi? İlaçlardan mı kaynaklanmaktaydı? Yoksa yaşlılıktan mı bilemedi? Ama günlerdir yattığı yatak, oda değildi bu uyandığı yer. Muazzam düzenlenmiş bu mekan, bu kuştüyü yatak ancak bir otel odası olabilirdi ve nitekim de öyleydi. Ama burada ne işi vardı? Kendine “Devlet” denilen bir yerde günlerce tutulmuş, kendisine bazı direktifler verilmiş, bilindik bir takım istihbarata karşı koyma yol ve yöntemleri hatırlatılmış, bu kalıplarda mevcut duruma göre bazı bilgiler verilmiş, şimdi orta sınıf dört yıldız bir otelde uyanmıştı. İyi de o aradaki  şeyler ne olacaktı? Burası neresiydi, neden bir otel odasında kalıyordu ve buraya nasıl üstelik en önemlisi de neden getirilmişti. Odanın zebra perdeli tek penceresine doğru ilerledi, bir sahil şehri olsa gerekti camdan uzak da olsa deniz görülüyordu.  Olsa olsa Alanya olabilirdi -önceden gelmişliği vardı ve aşinaydı sanki bu şehre-ya da Egede bir yer… Kendisine bir önceki gece teslim edilen telefonun konumuna bakmak geldi aklına. Evet Alanya’da idi. İyi de buraya geleceğine dair tek bir şey söylenmemiş, aslında oradan çıkmaya hazır hale geldiğini bildiği halde o ellilerden kalma binadan da çıkacağına dair bir şey söylenmemişti. Acaba kaçırılmış olabilir miydi? Aklına buna benzer türlü sorular gelmeye başladığı esnada kapı çalındı. Kahvaltı servisi için olduğunu tahmin etmek zor değildi.
       Resepsiyonu aradığında, yerin kendisine bir haftalığına ayrıldığını, ayırttıran kişinin Kezban Çaydemir isminde bir bayan olduğunu söylemişlerdi. İsim hiç de yabancı değildi. Bir gazeteden yazar ismi olabileceği gibi ünlü bir sanatçı ya da muhabir ismi olabilirdi. Bir sporcu ismi olmayacağının kesin olduğunu sporla ilgisi olmamasından tahmin etmek kolaydı ama eski işinden arkadaşlarının da ismi olabilirdi. Asıl mesele, neden bu yer bu kadar süreliğine ayrılmıştı ve üstelik ödemesi peşin yapılmıştı. Elbette bu soruların cevabı o isimde gizliydi. Tekrar resepsiyonu aradı. Kezban Çaydemir’in numarasını yahut herhangi bir iletişim adresini öğrenip öğrenemeyeceğini sordu. Kendisinin daha önce resepsiyona not bıraktığını ve o notta otele uğrayacağını belirttiğini söylediler. Yapacak bir şey yoktu. Bekleyecekti odaya istettiği gazeteleri ve manşetlerini okuyacaktı. Ama bundan önce gazetelere bakmasını gerektiren başka bir neden vardı. Onu yerine getirmeliydi. Yazarı olduğu gazeteyi aldı, sayfalarını hızlıca karıştırdı. Kendi ismi ve resminin bulunduğu köşeyi açtı. Her şey o, kendi normal hayatı akışındaymış gibi devam edeceği şekilde ilerleyecekti. Dedikleri gibi yapmışlardı. Köşesinde adına yayımlanan bir yazı vardı. Yazı başlığı “Tekamül’ün Sırrı” başlıklı bir yazı idi. Ama yazdığı yazılar arasında böyle bir yazı başlığı hatırlamıyordu. Yazının ilk paragrafını okuduğunda bir aşinalık hissetmişti. İkinci paragraftan okumaya devam etti:
“Kuran ayetleri farklı tabakalara farklı bağlamlarda derecelerine göre mesajlarını sezdirme adına üslup yönüyle müteşabih ve alegorik bir yol izler. Bu yüzden Ahmet Haşim, gerçek manada şiiri tarif ettiği “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli poetikasında onu her seviyeden insanın kendine göre yorum çıkarıp bir şeyler anlayabildiği bir dile sahip olması gereken bir tür olarak tarif ederken Kurandaki belagat konusunda malumatının ne olduğu meselenin akademik boyutuyla ilgilenenlerin işidir. Ancak tekamül bahsini ele alırken sadece beşeri birkaç teori üzerinden gitmek mananın mesajı veren kanalın emrine verme gayretinden başka bir şey olamaz. O yüzden bütün ideolojik –hatta buna İslamcı yaklaşımlar da dahil- disiplinlerden arınmış şekilde bu kelimeye yaklaşmak gerek. Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında Tekamül bütün evreni kuşatan bir gelişme ve olgunlaşma olarak görüldüğünde kendi konumu itibari ile insanın ruh ve madde yönü ile ve bir tür olarak gelişimini ifade eder. Maalesef bu kavram hususiyle bütün semavi dinler tarafından “Mesihlik”, “mehdilik” gibi kavramların tanımlanmasında bile inhirafa uğratılmıştır. İsrailiyyat menşeli çok görüşte bütün insanlığın “mükemmel insan”ı oluşturmaya hizmet ettiği yahut etmesi gerektiği istikametinde bir anlayış vardır. Oysa tekamül doğal bir süreç olup hiçbir beşeri müdahaleyi kabul etmez. Bahsi edilen mükemmellik bir türün gelişimi ve varabileceği noktadır. O türden olağanüstü bir tür yahut ırk ortaya çıkamayacağı gibi, ortaya çıkacak olan da bir fert değildir. Öyle ki yukarıda bahsi edilen kavramların dahi bir şahıs değil “şahs-ı manevi” günümüzün anlayacağı tabirle bir tüzel kişilik olarak zamanın alimlerince tevil edilmiştir. Biz konumuzla bağlantısı itibariyle tekamül sosyo-ekonomik yönü üzerinden gideceğiz…” Diye devam ediyordu.         Bu, bal gibi kendi kaleme aldığı bir yazı idi yazı olmasına ama başlıkta değişiklik yapılmıştı. Hem de 2017 yılında bir dergide yayımlamıştı. Derginin adını hatırlamaya çalıştı bir süre ama aklına getiremedi. Kendini bir an okurun yerine koydu. Gazete okuru gündeme dair tespitlerinden, analizlerinden, yorumlarından dolayı okurdu. Kendisi alanında makale okumaktan zevk alan biri olmasına rağmen gazeteyi keyif için daha doğrusu keyif yaparken okurdu ve bazen bilimsel dil kullanan yazılar bir gazetede onu bile yorardı. Bu yazı kendisine okur kaybetmekten başka bir şey yaptırmazdı. Sanki o köşeye bu yazı okur kaybettirsin diye konulmuştu. Çünkü bu “topu taca atan” yazılar sadece sütun doldurmaktan başka bir işe yaramazdı. İhtimal hayatta ve işinin başında olduğu izlenimi vermek için doldurulan bu köşe biraz da dikkatleri üzerinden dağıtmak için dolduruluyordu. Bu saatten sonra okur sayısı peşine düşecek hali yoktu. Zira “bestseller”lık yazılmış bir kitabı olmamıştı hiçbir zaman. Kendisine yol pusulası diye verilen Osmanlıca yazılmış manzum bir kitabı hatırladı. Yol haritasının o şiirlerde şifreli olduğu söylenmişti. Yatağının başucunda kendisine verilen sırt çantasına doğru ilerlerken odanın telefonu çaldı. “Efendim Kezban Hanım geldiler.” “Tamam, lobiye alın geliyorum.”
***
      Aşağıya indiğinde, bir masada Alman olduklarını tahmin ettiği elli yaşlarında bir çift oturuyordu. Biraz ileride elindeki üç boyutlu ekranlı telefonla meşgul olan bayan olmalıydı Kezban Hanım. Yanına yaklaştığını fark edince elindeki telefondan gözlerini ayırarak gülümseyen bu yüz, evet, oydu. Ayağa kalktı yarı samimi yarı saygılı ses tonu ile:
-Hocam..
- Kezbaaaaannn! (birbirlerine sarılırken) kız sen ne arıyorsun burada?
- Hocam, hala şakacısınız. Benim burada ne aradığımı bilerek arayıp otel ayarlattıran Oktay hocam bana burada ne aradığımı soruyor? Anlaşılan açlık başınıza vurmuş.
Başından aşağı dökülenin kaynar su mu yoksa buz gibi su mu olduğunu bilmiyordu ama bu cevap karşılığında sırılsıklam olduğu kesindi. Çaktırmamaya çalıştı.
-Hiç değişmemişsin Kezo mevzuyu yine açlığa bağladın yine.
-Siz de deminden beri lafı çevirip fazla masraf olmasın diye mevzuya hiç gelmiyorsunuz hocam.
- Kusura bakma aç mısın ne yersin? Bu arada masraf demişken şu senin yaptığın ödemeyi vereyim.
- Hocam iyi misiniz? (Kaygıyla karışık bir tebessümle) beni buraya “sakın kahvaltı” yapma diyerek çağırıp sonra da otel parasını hesabıma havale etmiştiniz ya…
“Al bir çam daha” ulan koca devletin işleri sana kaldıysa bu devlet çoktan bitmiş desene” diye kızdı kendine içinden.
-Aslında iyi değilim Kezban biraz kafa dağıtmaya geldim buraya. Fakültede işler pek iyi değil, huzursuz bir hava hakim bir taraftan memleketteki daha doğrusu dünyadaki huzursuzluk, bir yandan uzun süredir çoluktan çocuktan ayrı ve savruk bir hayat psikolojimi iyice yıprattı. İlaçlar da kısa vadeli unutkanlıklara ve karışıklıklara sebep oluyor. E.. Bir de yaşlılık tabi yazmayı düşündüğüm bir kitap projem var, o yüzden biraz kafayı dağıtayım dedim.
-Estağfurullah hocam ne yaşlılığı gençsiniz. Ama buraların keyfi yazın çıkar. . Ama tabi tercih sizin. Bu arada ne kitabı hocam roman mı yoksa?
-Yok yok korkma roman değil. (Acı bir gülümseme ile) o konuda beceriksizliğimi en iyi bilen sensin. Daha girişmem o işe. Hatıra kitabı diyelim. Dur ya! Kezban sen açlığa dayanamazsın biz bir kahvaltıyı yapalım hele konuşuruz daha…
      Restoran kısmına doğru yürürlerken “Her yataktan kalktığında bu kitabı okuyarak güne başla.” diyen ses yankılandı kulaklarında. Kitabı iyice merak etmişti, içinde öğrenecek bir şey olmadığını bildiği halde. Evdekileri de aramalıydı…
***
     Uzun bir gün geçirmişti. Ölümden dönmenin verdiği boşluk bu olsa gerekti. Uzun uzun konuşmuşlardı Baharla… Yıllar sonra kendi kardeşleri ile bile bu kadar derinden dertleşip belki yarım gün içinde yer yer ağlaşmışlar yer yer gülüşmüşlerdi. Belki ilkokulun son sınıfında gelen bu kızla teneffüste bile aynı sırada oturmamış, aynı oyunda oynamamıştı. Ama bazen geçmişte birlikte teneffüs edilen hava bile, o havada geçen dakikalar bile yıllar sonra insanları birbirine bağlıyordu. Ama bunu çok geç anlamıştı. Bir an 2009 yılının Nisan ayına gitti. O gün kendisine sunulan, çocukluğun verdiği masumiyet tepsisinde saf ve temiz bir hayatı o günün gecesinde elinin tersiyle itmiş, bir telefon numarası değiştirmekle de hayatında bu ebedi değişmezliğe kendini mahkum etmişti. Hayatta hor görüp küçümsediği ne varsa başına geliyordu birer birer… Zaten hadis mi ayet mi olduğunu bilemediği böyle bir dini kaide de vardı. “Kader bazen dersimizi bize yaşatarak ezberletiyor.” diye düşündü. Şimdi üç oda bir salon bu yerde tamamen ısınmayan bu dairede üç kız kardeş bir arada kalabiliyorlardı. Darmadağın eşyalarla birlikte tıkış tepiş bir hayatın içindeydi. Bahar, günün kalabalık bir saatinde eski okullarının bulunduğu yere gitme sözü vermişti ona…İş kaygısı kariyer kaygısı bir yere kadar getirmişti onu. Aldığı para ile kardeşleri ile birlikte orta seviyede bir hayat sürebilirdi. Ankara’da bile yaşanabilirdi bu para ile. Ama şu hadiseler olamasaydı. Bahar’ın hal ve tavırlarından rahatsız olduğundan çok memnuniyet duyar bir hava sezinlemişti. Ama ilerleyen günler ne getirir bilinmezdi. Kızlar dalalı çok olmuştu.  Ama gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Saat on ikiyi geçiyordu, bir anda diline dolandı o mısra:
“Saat on ikidir, söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar…”

   Şiirden edebiyattan anlamazdı. Entel dantel konulardan da sıkılırdı, en iyi şey iyi bir Türk filmi izleyicisi olmasıydı. Ama zamanında kendisine gönderilen, hem de cevap vermediği o mesajlardan biriydi. Belki başkası gönderse, gelmesini arzu ettiği bir kişi gönderse daha da etkilenebilirdi. Göndereni bir kalemde silecek kadar beğenememişti ama neden bu yazılanlar hala aklındaydı? Belki de dünyasına bu kadar büyük ısrarla girmek isteyen bir başkasının olmaması olabilirdi bu. Belki de şu anda bu ilçede bıraktığı çocukluğu o, 2010 nisanında o kafede dokuz numaralı masada dirilmeye çalışmıştı da kendi eli ile öldürmüştü onu, bunun vicdan azabı olabilir miydi? Çünkü o masada söyleyemediklerini kendisine mesajla söyleme cesareti bulduğundan geç anlamıştı bütün bu masumiyet yüklü havayı. O masada sadece kendi benlerini yarıştırmışlardı onunla. Yüksek lisans yaptığını, dergilerde yazdığını söyleyince, bir anda kendisi de kendi kariyerinden bahsetme gereği duyunca sohbet hep bu havada gelişmiş, kahvenin parasını kredi kartından ödemeye kalkınca neden bilinmez, kendisinin hiç kredi kartı kullanmadığını söyleme gereği duymuştu. Çocuksu ve saçma bir üstünlük kurma peşine düşmüştü ona karşı. Ama o da aynısını yapmamış mıydı? Bir anda aynı kümede iken beslenme saatlerinde bile annelerinin yaptığı yemekten babalarının kendilerine aldıklarını, hafta sonu kendilerine gelen misafirleri ve akrabalarını bile yarıştırdıklarını o “son görüşme”den yıllar sonra hatırlayacaktı. Kim bilir akıl ve gönül hafızası onunki kadar güçlü olsaydı şimdi yalnızlığa büyüyen bir ömrü bölüşmeyecekti bu evdeki yalnızlarla. Şurada dört kişi bir çatı altında dördü de yalnızlığa büyüyordu. “Bu hatırladıklarım hafızamın gücünden değil. Sana olan özlemimin ve yirmi yıl sonra beni senin karşına çıkaran o çocuksu sevdamın bir gücüdür.” Diyecekti. Attığı mesajlarda. O sıra bütün bunları onun edebiyatçılığına, yazarlığına, şairliğine yormuş, bu cesareti de serseri ve kendini beğenmiş ukalalığına belki de nobranlığına bağlamıştı. Belki de böyle yapmakla gözünü karşısında duran ve onu yol ayrımında tercihe zorlayacak olan bir gerçeğe kapatabileceğini sanmıştı. Yirmi sekiz yaşın verdiği cesaretsizliğini belki böyle örtmüştü. Yahut örtmek istemişti. Nasıl da yalvarmıştı kendine. Yazık ya. Ama mesajları abartınca telefonu değiştirmek zorunda kalmıştı. Aslında değişecek olan bir dünyaydı. Önüne sunulan tercihi, tercihi sunandan dolayı elinin tersiyle itmişti. Ama korkması normaldi, o masada onun saçmaladığı şeyler, kendisinin katı gerçekçi yüzeyselliği ile karşılaşınca buz gibi bir hava yaratmıştı. Giderken ellerini bile sıkmamıştı. Anlamıştı bazı şeyleri o da o yüzden kaçar gibi gitmişti yanlarından. Elektrik alamadığını “arkadaşım” sözcüğünü oğlanın başına vura vura tekrar eden bir mesajla kapatmıştı mevzuyu… O da uzatmayacaktı. Bütün bu düşüncelerle boğuşurken gözlerinin üzerine abanan göz kapaklarına daha fazla direnemeden bıraktı kendini “küçük ölüm”ün koynuna…
            Gözlerini açtığında etrafı buğulu görüyordu. Çok üşüyordu. Etrafında mekan kavramını çağrıştıracak hiçbir şey olmamakla birlikte etrafını saran mavili siyahlı renklerin arasında şekli bozulmuş insan suretleri kaplamıştı yerini ve göğünü. Kendisine gizli gizli özenti duyduğu Ayça’nın yüzünü seçebildiği an anlamıştı etrafının ilkokulda çekilmiş o toplu resimle sarılı olduğunu. Bütün yüzleri seçebiliyordu baktıkça ve bir rüyanın içinde olabileceğini anlayacak kadar psikoloji dersine aşina eski bir öğretim görevlisi olarak uyanmaya çabaladı çırpındıkça uyanamıyordu bir türlü uykudan. Muazzez veya Merve duyar ümidiyle seslenmeye çalışmış ama sesinin çıkmadığını anlayınca içinden geçen duaları okumaya başlamıştı. Kulağına gelen sinyal seslerine benzer sesler içinde bir çocuk sesi geliyordu. Ses arttıkça etrafındaki siyahlık ve mavilik karışımı renkler kendilerini bembeyaz bir ışığa bırakıyorlardı. Gözlerini açamayacak parlaklık büyüdükçe sesin söylediklerini daha anlaşılır ve seçilebilecek bir açıklıkla duyuyordu.
“…merak etme ömrünün sonuna kadar göremeyeceksin beni…Bidaha çıkmam karşına…Ama nolur Ankara’dan ayrılmadan…Peki sen bilirsin, merak etme görmeyeceksin beni bir daha rahatol…Ama ben senden ayrıldığım gün çıktım çocukluktan…Beni sen büyüttün Münire nolur bir cevap verir!”
“Münire nolur…”
“Nolur Münire…”
“Göremeyeceksin…”
“Beni bir daha görmeyeceksin …”
Gittikçe büyüyen ışık içinde bu çocuksu sesle karışık hızlanan kalp atışlarındaki sese karışıyor ve ürperti ile titriyordu.”
Işığın parlaklığı gittikçe artarken açtı gözünü camı kucaklayan güneşin parlaklığına doğru ve gülümsedi… Güneş’e göz kapatılmıyordu. Kendi batmakta olan güneşini hatırlayarak acı bir gülümseme ile kalktı ve yüzüne doğru bakan pencerenin perdesini sertçe çekti.
                       




     


      

YALNIZLIĞA BÜYÜMEKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin