2. BÖLÜM

150 1 1
                                    

       VARDIM HİNT ELİNE

     Sisli bir hava ve toprak bir zeminde uzanmayalı ne kadar zaman olmuştu? Sisli ve nemli bir toprak zeminde yatmış mıydı daha önce? Ya da yatılır mıydı? Böyle bir durum normal ve her normal insan için alışılmış ve özlemi duyulacak bir deşarj olma şekli miydi? Şimdi kendisine her şey neden bu kadar normal ve bir o kadar anormal geliyordu? Asıl anormal olan nükseden sinüzitin şiddetli baş ağrısına dönüştüğü anda bu felsefenin(!) sırası mıydı? Etrafa dikkatlice bakınca anladı “Merkez İlkokulu”nun avlusunda olduğunu. Bina her zamanki soluk sarı rengi ile karşısında duruyordu. Ama bu zaman çocukluğunun “her zamanki”si değil miydi? O halde Gülden, oğlu Arif, bunca yaptığı kariyer bunlar rüya mıydı? Daha büyümemiş miydi? Bir an dedesi ve babaannesinin cenazesinin de rüya olabileceği ihtimali ile gülümsedi sisli gökyüzüne doğru. Bir tanıdık gelip görürse amcakızları falan annesine söylerse  diye düşünüp yiyeceği dayağın korkusuyla ürperdi. Galiba okula en erken kendisi gelmişti. Ne Mustafa ne Muammer ne Mualla ne M…  gelmişlerdi. Amma “m”li bir sınıftı. Olsun, Tahir gelsin, ona neler neler anlatacaktı. Rüyasında gördüklerini evlenmesini, çocuk sahibi olduğunu, garip olayları anlatacaktı. Ne de uzun bir rüyaydı o öyle?.. “Öyle rüya mı olur?” diye düşündü kendi kendine… O son andaki patlama neydi öyle… Bir an ayıp bir şeyi hatırlamışçasına yüzü kızardı. Ayça’yı da görmüştü rüyasında. İçini garip bir sızı kapladı, karnının burulduğunu hissetti bir an. Bilmediği ya da adını koyamadığı olumsuz durumlarda hep böyle olurdu. Ama ona rağmen Ayça’ya rüyasını anlatmak istedi. Bu mümkün olmayacak bir şeydi. Yalnız kalsa bir anlığına, ona çok şey anlatırdı. Rüyasında onun ne kadar büyüyüp önemli bir kadın olduğunu. Yine eskisi gibi kavga ettiklerini… Çok güzel olduğunu… Sonra hatırladıkça ürperdi bir an… Anlatmamak daha iyi idi. Çünkü Ayça başkası ile evlenmişti. Aman salak salak rüyalar… Dedi. Sonra nedensizce babaannesinin ona öğrettiği duayı okumaya başladı birden: “Vela havle vela kuvvete…”
           Okulun gri ve boyası dökük demir kapısından içeri bir gölgenin sisler arasında geçtiğini gördü. Başkası olmalıydı. Ayça küçük kapıdan gelirdi çünkü. Yanında mutlaka Ayla olurdu. Sahi Ayla büyük bir sanatçı olmuştu rüyasında. Aynı Yonca Evcimik gibi… Tekrar aklına gelen rüyayı hızlıca aklından attı. Rüyalar güzel olmuyordu. Hayaller daha güzeldi. Dedesinin ve babaannesinin ölmediğine sevindi bir an… Rüyalar sevdiklerini götürüyordu insanın, rüyalar kötüydü. Hayaller her şeyi ayağına getirirdi oysa isteyen herkesin…  küçük kapıdan bir silüetin girdiğini gördü. Ayça olabilir umuduyla ilerlemek istediği anda önlüğünün arka kuşağından bir elin kendisini çektiğini fark etti. Arkaya döndüğünde kahverengi çerçeveli gözlüklerinden tanıdı onu. Kurtulmaya çalışırken bir eliyle önlüğünü tutarken bir elinde tuttuğu kırmızı kalemin sivri ucunu bacağında hissetti Oktay. Kanayan bacağına bakarken karşısındaki kalemi daha sert şekilde sapladı yara oluştuğunu düşündüğü yere. Bu meczup kılıklı baş belası ne istiyordu kendinden. İşi gücü Karakaya mahallesinde devlet kurmak olan bu salak savaşçılık mı oynuyor sanıyordu. Ona haddini bildirmek için ileri doğru bir hamle yapayım derken kapandı yüzü nemli kuma. Sessiz sessiz ağlamaya başladı. Hep sessiz ağlardı Oktay… Rezil olmak korkusundan değildi bu. Nedendir kendisi de bilmezdi Boğulacak gibi ağlardı. Aliler gelmeden silmeliydi gözündeki yaşı. Gene dalga geçerlerdi onunla. Elini yaralı bacağına bastırdıkça hem sızının azaldığını hissetti ve çocuksu bir zeka ile sanki orayı gizleyebileceğini sandı. Bir anda başının üstünde pamuk naifliğinde bir ağırlık hissetti. Kafasını kumdan kaldıramadı utancından. Başındaki naifliğin gezinmesinden bunun bir kadın eli olduğunu hissedince olanca gücüyle bastırdı yüzünü kuma. Bu okula yeni gelen öğretmenlerden biri olmalıydı. Burada erkeklik gururu devreye girmişti. Bahçede çocuk sesleri artıyordu. Başını okşayan elin sahibi elindeki naifliğin misli kadar yumuşak bir sesle kendisine:
“- Çok acıyor mu Oktay?” diye sorunca Oktay belki de ömründe ilk defa sesli ağlamaya başladı. Yere temas eden yanağını kaldırdı olanca kuvvetini kullanarak. Sisten eser kalmamıştı. Bu sesin sahibinin Ayşe öğretmen olacağını tahmin etti. Zira adını ondan başka bilen bir kadın öğretmen olmamıştı başka. O da Ayçalarla aynı apartmanda oturuyordu. Görüp gelmişti meğer. Ayçadan önce ona aşıktı Oktay. Yüzünü döndü ama bu Ayşe öğretmen değildi. İyi de bu kadın kimdi? Başını dizine doğru çektiğinde Oktay hiçbir acı hissetmediğini fark etti. Ardından güneş ışığı vuran yüze dikkatle baktı. Vücudu titremeye başladı.  Kabusta mı rüyada mı nerede olduğunu anlamadığı bir haldi bu? Bu yüz, Ayça’nın rüyada gördüğü büyümüş yüzüydü. Şu anda güneşten daha sıcak bir gülümseme ile kendisine bakıp alnını okşayarak ninni söylercesine şarkı söylemeye başlamıştı:
“Vardım Hint eline kumaş getirdim.
Aştım bedestanı sattım oturdum
Sen benim başıma neler getirdin
Ben senin kahrını çekemem gönül…”
Ayça’nın gözyaşları Oktay’ın yüzüne düşmeye başladı. Yandı Oktay’ın yüzü…Oktay feryatla karışık ağlamaya başladı bu kez, Ayça söylemeye devam etti:
Kara bulut gibi göğe çıkarsın
Sulu yağmur gibi yere yağarsın
Güzel senin değil ne çok bakarsın
Ben senin kahrını çekemem gönül…
    Ayça’nın bulanıklaşan sureti ile beraber sesi de bir gök gürlemesine karıştı. Kafasını bir çuvalın içinde buldu Oktay. Dışarıdan dua eden annesi ve ortanca halasının fısıltıları eşliğinde kafasına inen terlikler canını yakmaya başladı bu sefer. Halasının sesini duydu bir an “işallah bundan soğna sesi kesilir.” Sustu Oktay…
             BURASI DEVLET
      Bir yatakta doğrulmaya çalışırken bir elin kendisine göğsünden geriye iterek yatırmaya zorlarken buldu kendini. Başındaki üç hemşirenin yüzlerine soran bakışlarla baktı.
“Neredeyim ben burası neresi? Ne oldu bana.” diye sordu. İçlerinden tok sesli ve yaşlı olanı duygusuz ve resmi ses tonu ile cevap verdi:
-Bağırarak yataktan çıkmaya kalkıştınız. Sakinleştirici yaptık. Böyle fevri davranmamalısınız.
Gitmem lazım telefonum nerede eşimi çocuklarımı aramam gerek.
Gidemezsiniz. Bacağınızdan ağır bir yara aldınız. Yürümeniz mümkün değil!
Hangi hastane burası?
...
Televizyonlu oda yok muydu? Yav doktor nerde beni onunla görüştürün.

         Cevap vermeden üçü de birbiri peşi sıra kapıya yöneldi. İçlerinden birisi diğerleri çıktıktan sonra kapıda ona dönüp baktı. Gülümsedi ve en son o da çıktı. Bu üçüncüsünü bir yerden tanıyordu eski öğrencilerinden biri olmalıydı. İsmini hatırlayamadı. İçinde bulunduğu oda bir hastaneden çok bir nezarethaneye benziyordu. Yatak doksanlı yıllardan kalma bir yataktı. En kötü hastanede bile üç boyutlu bir televizyon bulunurdu. Burada yataktan başka bir şey yoktu. Tek hatırladığı o patlama ve biraz önce gördüğü rüyaydı. Bu durumu da o rüyanın bir parçası hissetti. Nedense aklına oğlu Arif geldi. Sessiz ağlamaya başladı her zamanki gibi. Bu gerçeğin “herzamanki”si idi. Ömür boyu sırtında kambur gibi taşıdığı gerçeğin…
     ***
     Arkasında bir elin hareketlerini hissettikten beş altı saniye sonra gözünden siyah bir perdenin çekildiğini fark ettiğinde anladı buraya gözü bağlı getirildiğini. Önünde on sene evvelki plazmaları andıran büyük bir ekran ve altında sandalyeden başka hiçbir şey olmadığı gibi arkaya döndüğünde arkasındaki kişinin de kaybolduğunu anlayınca endişesi bir kat daha arttı. Bir örgütün eline düşmüş olabileceği endişesine kapıldı. Kaybolan önemli isimler ve gizli cinayetler, Ankara’daki garip hadiseler geldi aklına. Memleket ve dünya hiç görülmedik bir handikaptaydı. Tarihinde en son Temmuz 2016 yılında yaşanan şoktan sonra şu son birkaç yıldır kendi kuşağı ömürde görülmeyenlerle imtihan olmaktaydı. Önündeki ekranın açıldığını ekranda beliren kocaman bir kırmızılık ve ardından ekranı kaplayan Türk Bayrağı ve daha sonra oluşan siyah zemin üstünde “HÖH” yazısı ile fark etti. Ekranda beliren bir gölge kendisine seslendi:
-Yuvana hoş geldin Oktay Albay.
Başlangıçta bunun bir kayıt olabileceğini düşündü. Ama canlı bir görüşme olduğunu kendisinden cevap bekler bir sessizlikte duran gölgenin halinden anladı.
-Ne yuvası! Siz kimsiniz! Hangi hakla beni buraya getirdiniz? Bu adam alıkoymadır! Suçtur! Neresi burası?
-Burası Devlet!

YALNIZLIĞA BÜYÜMEKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin