Ağır bir one-shot oldu, okumadan önce kafanızın yerinde olduğundan emin olun!
♡
~
gizemleri severdim, sen gizem olana dek.
~
Dilimdeki acı kahve tadını unutmaya çalışarak ve ince, spor ayakkabılarımın aciz kumaşına düşen kar tanelerini önemsemeyerek kalabalık caddenin birinde kulağımda eskimiş bir snow patrol şarkısı ile yürüyordum. Boynumda asılı, profesyonel fotoğraf makinem ve aylarca para biriktirip alabildiğim lensim ile işsizliğimin üçüncü ayına giriyordum. Oysa, yalnızca bir fotoğrafçı olmak istemiştim. Belki bir sergi açıp ruhumun titreyerek deklanşöre bastığım kareleri insanlara göstermek, bazen de ilkokula başlayan mini mini birlerin vesikalıklarını çekmek istemiştim.
Nereye gitsem, geri çevrilmiştim.
Reddedilmek, benim için bir seçenek olmaktan çıkmış ve hayatımın bir parçası halina gelmişti. Kendimi kendi içimde eritmiş, güçsüzlüğümün asaleti ile günden güne yok olmayı kabullenmiştim. Bu yüzdendi ki, hala rastgele fotoğraflar çekip canlı canlı ölmenin nasıl bir şey olduğunu sonsuza gömüyordum.
Çektiğim yüzü aşkın fotoğrafa bakmak için insanın kanını ısıtan, hoş ve küçük bir kafeye girdim ve ellerimin arasına orta boy bir mocha alıp ışığın en güzel olduğu masaya kuruldum. Makineyi açıp tek tek her fotoğrafı incelerken bir tanesinde hepsinden farklı bir detay fark ettim.
Bir adamdı, gördüğüm.
Kahverengi saçları alnına sanki altın oran ile dökülmüş, geniş gözleri şaşkınca ve minnet ile açılmış ayrıca şişkin dudakları, havanın soğuğu nedeniyle birbirine yapışıp çatlamıştı.
Lakin; bir sanat eseri gibi görünüyordu. Adam; kelimelerimi sızlatan bir güzelliğe sahipti ve betimlemelerin asla yetemeyeceği kadar aşkın bir varoluş ile yaşıyordu.
Bu adamı bulmalıyım, diye düşündüm. Atardamarım ile toplardamarımın bu adam için yaratılmıştı sanki. Onun gözlerine bakmaktan fotoğraftaki çiçekleri, çatıdan akmış suyun donukluğunu veya yolun kenarındaki küçük çocukları görmemiştim.
Tek görebildiğim; oydu.
Gerisi karanlık.
~
omuzların omuzlarıma değmesine rağmen sana dokunamadım çünkü kalbin ile kalbim arasında miller vardı.
~
Bir ay. Otuz gün. Yedi yüz yirmi saat. Kırk üç bin iki yüz dakika.
Onu bulana kadar böylesine zaman kaybetmiştim. Tanıdığım, tanımadığım herkese sorup soruşturmuştum ve benim tek bir fotoğrafımda yer alan bu dünya harikası adamın ismini, yaşını ve işini bulmuştum.
Onu bir müzeye koyup yüzyıllar boyu sergilenip saklanmasını istiyordum.
Kim Seokjin.
Ah, dünyanın en iyi fotoğrafçısı dünyanın en güzel fotoğrafını dahi çekse onun gibi bir başyapıt yapılamazdı. Güzelliğine karşılık nobel ödülü vermek istediğim bu adam; benden üç yaş büyük olarak 27 yaşında ve Hongdae'deki bir deniz mahsülleri restoranında şefti.
Onu yemek yaparken izlemek; tanrı tarafından verilmiş bir hediye olurdu.
Elimdeki adrese doğru yol olmam; sadece o hediyeyi kollarıma almaktı.
Kapıdan içeri girdiğimde çevremi onun yaptığı güzel yemeklerin efsanevi kokusu sardı ve iç çekerek mekanın müdürünü bulmaya çalıştım. Gözlerim, göbekli ve gözlüklü mekan sahibini bulduğunda gülümsedim ve bana yaklaşan adama başımla selam verdim.