beş | misafir

200 53 143
                                    

"Evin yakınlarda mı?" diye sordu Çağla. Yüzüme bakabilmesi için ayaktayken bile başını arkaya atması gerekmişti. Güneş ışığından sakladığı kısık gözleri ve dudaklarına yerleştirdiği zoraki gülümsemesiyle cevabımı bekliyordu.

"Değil." 

Kaşlarını çatıp gözlerini çıplak ayaklarına indirdi. "Sorun değil. Yürüyebilirim."

Henüz evlerinin önünden çok uzaklaşamamıştık. Arabamı bir önceki gece buralarda bir yerlerde unuttuğumu biliyordum. Ancak o bilmiyordu.

"Ayakkabıların olmadan çok uzağa gidemezsin Çağla." dedim.

"Önceki ayakkabılarımla da gidemezdim. Ayağımı acıtıyorlardı. Hem... Beni kötü hissettiriyorlar." Neden bahsettiğini anlayabiliyordum. Topuklu ayakkabıları eğlenmeye giderken giydiği pahalı bir eşyadan çok, bir önceki günün günahı oluvermişti artık. Yakında hayatındaki birçok şey büyüsünü yitirmeye başlayacaktı.

Yavaş bir tempoyla ilerledik. Arada birbirine sürtünen kollarımız dışında temas etmiyorduk. Zaten sarhoş ya da bitkin değildi, dokunmak için bahanemiz kalmamıştı.

Yan yana yürümenin benim için anlamsız bir fikir olduğu zamanı, yani birkaç saat öncesini düşündüm. Bir terslik seziyordum. Kendimde ya da içinde bulunduğumuz durumda bir yanlışlık olmalıydı. Çünkü bunca yıl sonra, onu sıcaklığını hissedecek kadar yakınımda bulduğumda, biraz olsun mutluluk hissederim sanmıştım. Durgun yüzeyimin altında ufak bir dalgalanma, heyecan ya da en azından zafer kırıntıları arıyordum ama ellerim boş çıkıyordu.

Ben ayırdına varamadan, boşvermişliğim ruhumu biraz daha silmiş miydi yoksa? Sahiden bu denli hissizleşmiş olabilir miydim?

"Senin arabanı gördüğüme bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi." dedi aniden. Düşüncelerim zihnimi öyle meşgul etmişti ki, nereye yürüdüğümüzün bilincine varamamıştım. Ancak ayaklarım her nasılsa ikimizi emektar külüstürümün önüne sürüklemişti. Beni iç yüzleşmemden ayıltan sesinde, söylediklerinin aksine mutluluktan başka her türlü duygu barınıyordu. Ayık kafayla arabamı pek beğenememişti anlaşılan.

Kalabalık olmasına rağmen şehrin kalanına göre sessiz sayılabilecek bir sokakta, bakımsız bir apartmanın ikinci katındaki mütevazi dairede yaşıyordum. Ev babamdan bana kalan yegâne varlıktı. Eğer her köşesine asla unutmamak üzere anılarımı gömmüş olmasaydım; çoktan feragat etmiş, cehennemimden azat olmuştum. Apartman sakinlerinin böyle bir karara ne kadar sevineceğini hayal edebiliyordum. Zira bir ara beni ve reşit olmadığım için benimle birlikte kalan halamı, evden çıkarmak için aralarında imza toplamışlardı.

Her ne kadar yayları batan çekyattan üzerindeki kan lekesi silinmeyen parkesine kadar apartmana dair her şeyin sabit kalmasını dilesem de zaman buna izin vermemişti. Zamandan daha büyük etkense elbette Canan Halamdı. O karanlık güne ait her ayrıntıyı ustaca yok etmişti.

İki yıl öncesine kadar, ana caddeye bakan pencerenin üzerinde, tam serçe parmağımı çevreleyecek ölçülerde bir kurşun deliği vardı mesela. Kenarından başlayıp tüm cama yayılan ince çatlaklar, uzaktan örümcek ağını andırıyordu. Her gördüğümde vücudumu kilitleyen, içimi fark ettirmeden çürüten bir görüntüydü bu.

Böyle bir ıstıraba sebep olmasına rağmen halamın yeni bir pencere taktırdığını gördüğüm zaman kan beynime sıçramıştı. "Sen bana annemi unutturmaya çalışıyorsun!" diye gürleyip tüm apartmanı inletmiştim. Duruşundan taviz vermeden, "Anneni hatırlamak için kırık cama bakman gerekiyorsa unut zaten." diye cevap vermişti o da. Beni sıcak öfke nöbetlerinden hissiz bir sessizliğe sürüklemek sadece birkaç kelimesine bakıyordu.

maviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin