altı | hikaye

156 45 180
                                    

Burak'a dair hatırlayabildiğim en eski anı, güvenilmez bir ağacın üst dallarında ikimizin de esir kaldığı zamana ait. Beş, bilemedin altı yaşındayız o zaman. Benim üzerimde annemin giydirdiği lacivert-beyaz çizgili denizci takımım var. Onun üzerinde lekeli, rengi solmuş bir tişört ve yırtık şort. Bu detaylar sonradan aklıma ilişiyor çünkü o zamanlar sadece çocuğuz. En büyük derdimiz ne kadar yükseğe tırmanabileceğimiz.

İnemeyeceğimizi anladığımız vakit, ikimizin yüzünde de çocuksu bir telaş baş gösteriyor. Ben ondan birkaç dal daha yüksekteyim, çünkü bana çıkamazsın demiş. Güneşten sakınmak için gözlerini kısıp yukarıya bakıyor. Nereden öğrenmiş bilmiyorum ama öleceğimizden neredeyse emin. Tabi bunu sonraki sohbetlerimizde öğreniyorum. Yoksa elveda deyip kendini aşağı bırakmasının dramatik değil, komik olduğunu düşünüyorum çocukken. Onunkini, benim çok daha acılı atlayışım takip ediyor. Dizlerimizdeki çürüklere ve avuçlarımızdaki çiziklere rağmen gülüyoruz.

Daha o zamanlarda dikkatimi çekmeyi başarıyor Çağla. Annesi sandığım genç bir kadın vakit geçirmesi için parka getirdikçe görüyorum onu. Gerek güneş gibi parlayan sarı saçları gerek renk renk giydiği elbiseleri, küçük yaşına rağmen onun özel biri olduğunun sinyallerini veriyor. Kimseyle konuşmadan, sessizce salıncağında sallanıyor. Sonra kadının elinden tutup usulca tekrar gözden kayboluyor. Her gidişinin arkasından bakışım, sonraki bir çok yılın habercisi gibi.

-MV-

"Resimleri kaldırmışsın." Sesi üzgün, neredeyse suçlayıcıydı. İlk defa doğrudan bir soru sormasa da cevaplamam gerektiğini hissettim. Birbirini tetikleyen sessizlik ve gerginlik döngüsünün bir şekilde kırılması gerektiğini düşünüyordum.

"Çok fazla anı vardı. Seni boğmasını istemedim."

Cevap vermeme şaşırdıysa bile belli etmedi. Derin bir nefes verip kanepeye, benden olabildiğince uzak köşeye yerleşti. Dizlerini karnına çekmiş vücudunun rotasını bana yönlendirmişti, duruşundan bir şeyler söylemeye hazırlandığını sezebiliyordum.

"Benim için evini değiştirmek zorunda değilsin Kaan."

"Kendim için değiştirdim o zaman."

Gülizar'ın yolladığı valizi kurcaladığı halde üzerinde benim verdiğim tişört vardı. Altına bacaklarını saran siyah bir tayt giymişti. Belli etmese bile tamamen karalara bürünmesinden, kül olan eski hayatının gizli yasını tuttuğunu görebiliyordum.

"Sen çizmiştin onları, değil mi?" Gözleri kucağımda birbirine kenetlediğim ellerime düştü. Parmaklarımdaki boya lekelerini süzüyordu. Önceden dikkatimi bile çekmezdi bu lekeler. Hatta ressamlığımın nişanesi olarak, gururla taşırdım renkleri. Ama onunlayken kırmızı boyanın yerleştiği parmak uçlarım beni huzursuz ediyordu.

"Evet."

"Ağzından kerpetenle mi sökmek lazım lafları?"

"Çok soru soruyorsun Çağla."

"Merak ediyorum." Ben ayaklanıp mutfağa gitmeye yeltendiğimde, ilgimi kaybettiğini anladı. O da ayağa fırlayıp inatçı bir gölge gibi peşime takıldı. "Peki, sen de bana sor. Sırayla cevaplayalım."

Hayatımda duyduğum en kötü fikir olabilirdi. "Hayır."

Buzdolabına gidip kendime atıştırmalık bir şeyler aramaya koyuldum. Burak'ın maç izlemeye gelirken yanında getirdiği birkaç bira şişesi, kapak açılırken birbirine çarpıp şıngırdadı. Sonra Samet'in annesinin yolladığı etli yemek çarptı gözüme. Çiçek işlemeli porselen tabağın üzerinde haddinden fazla beklemişti ve artık zerre kadar iştah açıcı görünmüyordu. İçler acısı görünen dolabı en kısa zamanda doldurmam gerektiğini fark ettim. Yoksa hiç hazzetmediğim bir kavanoz zeytin, yumurta ve bayat ev yemekleriyle karnımızı doyurmamız gerekecekti.

maviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin