sekiz | gece

171 43 325
                                    

Uyumanın uykusuzluktan çok daha büyük bir çile haline geldiği gün, hayatımın düzenini geri dönmemek üzere yitirmiştim. Güneş kimi zaman hiç doğmuyor, yıldızlar güneşin eksikliğini kapatacak kadar canlı parlamıyordu. Rüyalarım bile bana merhamet göstermemeye başlamıştı artık, tatlı bir şuursuzluk vermek yerine azap çektiriyorlardı. İşte o rüzgarlı haziran gecesi de bitap düşmüş bedenimi dinginliğe eriştiremediğim günlerden sadece birisiydi.

O gece aynı zamanda Çağla'nın evimde kaldığı ilk geceydi. Tek başına yaşamanın özgürlüğüne alıştıktan sonra bir yabancıyla aynı havayı solumak, çekyatın sırtıma batan yayından daha rahatsız hissettiriyordu. Uzanalı bir hayli olmuştu aslında ama çıkarıp bir kenara atamadığım tişörtümün hissine alışamamıştım. Boynuma ip gibi dolanan kötü düşüncelerin üzerine, bir de parmağımı takıp çekiştirdiğim tişörtün yakası eklenmişti.

Yanı başımdaki pencere aralık duruyor, nefes almamı bir nebze kolaylaştırıyordu. Beyaz perde meltemin etkisiyle başımın üzerinde dans ederken, çözümü yukarılarda bir yerlerde bulabilecekmişim gibi karanlık göğü izliyordum ben de. Perdenin püskülleri yanağıma sürtündükçe, kaynağını çözemediğim başka bir huzursuz edici düşünce beni ele geçiriyordu.

Muhtaç olduğum dinginliği bulamayacağımı anladığım vakit, gözlerimi ovuşturup doğruldum. Uykusuzluğa daha ne kadar dayanabileceğim muammaydı. Uykuyu ararken yorulmuştum.

Gözüm daha öncesinde bu kadar ses çıkardığını bilmediğim duvar saatine ilişti, sabah ikiyi gösteriyordu. Kulaklarım saniyenin ritmik tıkırtısından başka bir ses işitmeyince tişörtü sıyırıp attım. Bu saatte kalkmazdı herhalde.

Hemen çekyatın altındaki siyah kaplı defterime uzandı ellerim. Rastgele bir sayfa açtıktan sonra dizlerimin üzerine yerleştirdim.

Apartmanın önündeki sokak lambasının sarı parıltısından başka hiçbir yerden ışık gelmiyordu ve sayfalara düşen gölgem, beyaz rengini uğursuz bir örtü gibi kapatıyordu. Zaten gözlerim karanlığa alıştığı için kıpırdamadım. Pencerenin aralığından süzülen ılık meltemin çıplak sırtıma dokunuşunun ve kısmen de olsa yalnızlığın getirdiği sükunetin, gergin bedenime teselli olmasına izin verdim. Tek elimde ucu körelmiş kurşun kalemi sıkmasaydım, muhakkak sigaramı tutuyor olurdum.

Ne çizeceğime karar veremediğimden çizgileri düz, basit bir ev karalamaya koyuldum. Hayalimden daha ihtişamlı, daha büyük bir köşk çıkmıştı ortaya. Güzelliği rahatsız etti, kapkara boyadım yüzünü. Yemin ederim başta yalnızca gölgelendirmekti niyetim ama gözlerimi kapatıp açtığımda karşımda Çağla'nın yanmış evi duruyordu.

Ne çizeceğime kesin bir şekilde karar verdikten sonra, zihnime kazınan en ince ayrıntısına kadar eklemeye devam ettim. Kapının işlemelerini, dirseğimle kırdığım pencerenin kırık camını, hatta bir tarafı tamamen küle dönmüş ahşap balkonu bile resmetmiştim.

Ardından evin yanındaki boşluğa sürüklendi kalemim. Tanıdık bir çift göz, saniyeler sonra defterden bana bakıyordu. O kadar çok kez çizmiştim ki onu, adımı yazmayı unutsam yine de onu unutamazdım.

Son zamanlarda hayalinin yerini gerçeği doldurduğu için belki, bu çizimde diğerlerinden farklı bir şeyler vardı. O geceye kadar kalemimden zahmetsizce dökülen çizgiler eksik kalmış, hatta belki de çalınmıştı. Dolduramayacağım kadar ufak, gözlerime yabancı gelecek kadar uçsuz bir değişiklikti bu. Sıcak gülümsemesi silinmişti mesela. Ve ben yerine koyamıyordum çünkü aslında hiç var olmamış gibi hissediyordum.

Soğuk, umursamazdı Çağla. Gözleri acımasız, dudakları memnuniyetsizdi. O zamana kadar çizdiğim en korkunç resmiydi belki de. Kusursuz bir durgunlukla maskeleşmiş yüzünü, elbisesinin eteklerine alev ekleyerek örtbas etmeye çalıştığımda bile oralı olmadı. Beni rahatsız eden resmi değiştirmek için biraz daha dikkatli baktım.

maviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin