''Tek kelime bile etme.'' Junmyeon, elindeki deri ceketi koltuğa fırlatarak koridora doğru dönerken, bana arkasını dönüp tek bir bakış atmadı. Eğer atsaydı, eğer sahiden yorgun da olsa bir bakış atsaydı, zaten tek kelime bile edemeyecek halde olduğumu görürdü sevgilim. Ama bunun yerine, olduğu yerde döndü ve sinirini yenememiş olacak ki, hiçbir zaman öyle kolayca yeniveremez zaten, üzerime adımladı. ''Hala o ağzına kadar İngiliz Çayı dolu yemek borunu kesmek istiyorum senin, bütün gece aynı masada oturduk diye şimdi seninle aynı oksijeni solumayacağım.''
O öyle bağırdı durdu işte, ben de öylece onu izledim, omuzlarım ezelden beri böyle düşüktü sanki, çenem yerdeydi ve bıkkındım, çok bıkkındım sevgilim, yani canım yanıyordu, aman yarabbi, canım nasıl bu kadar çok yanıyordu? Ona hiçbir şey söylemediğimi, elini kolunu hapsetmeye ve her zamanki gibi onu durdurmaya çalışmadığımı fark ettiği için olsa gerek, duraksadı ve tekleyen nefesinin altından çatılı kaşlarıyla meraklı bir bakış attı. Bir şeyler söylememi istediğini biliyordum, bir şeyler söylememi bekliyordu. Ben de bir şeyler söylemek istiyor olmalıyım, sanki bu anı bekliyor gibi, yavaşça kırpıştırdım gözlerimi ve yutkunarak baktım ona. ''Neden gömlek giydin?''
Bir şeyler aralamak için açtığı ağzını, sanki bütün laf boğazına tıkılıvermiş gibi bir edayla kapadı ve kaşlarını çattı tekrar. ''Ne?'' dedi bu kez. ''Ne saçmalıyorsun?''
Hiçbir şey yapmadım, kaşlarımı çatmadım bile. ''En son ne zaman gömlek giydin?'' deyiverdim.
''Jongdae!'' diye çığırdı bu kez. ''Ne saçmalıyorsun?!''
Bu benim de içimde bir şeyleri çığrından çıkartıp ortasından katır kutur parçalayan adım oldu. ''Ben bir şey saçmalamıyorum!'' diye bağırdım bu kez. ''Sadece...'' Nefesim kesilirken o an, işte o an, benim zavallı ömrümde zavallı bir ayakkabıya en çok benzediğim andı herhalde. ''Sadece, sadece mezuniyet yemeğime bile kapüşonluyla geldin, anlıyor musun?'' Sesim çaresiz çıkıyordu sevgilim, sesim çok çaresiz çıkıyordu. ''Özel olarak davet ettiğim tek insan olmana rağmen hem de.''
Omuzları düştü sevgilim, bu anı pek sık göremezsin, yani onun omuzlarını sıklıkla düşürmediğini söylüyorum sana. Ama işte, omuzları düştü ve sarsılmış bir ifade geçti gözlerinden, yandan ayırdığı ve hafifçe önünü kaldırdığı saçlarından bir tutam hafifçe kıvrılıp kaşının üzerine düşmüştü. Sarsılmışken bile güzeldi işte. ''Jongdae...'' dedi ardından, sesindeki çaresizlik canımı yaktı, canımı yaktı ama yine de bir kez acımasızlaşmıştım işte, bir kez açıldı mı çenem bir daha kapanıvermiyor biliyorsun, ben söyledim sana bunu.
''Farkında değil misin?'' Omuzlarımla yeri delebilseydim şayet, şu an iki omzumda başımı taşımaktan yorgun yerin yedi kat dibinde olurlardı herhalde. Benim takip edemediğim bir hızla döküldü kelimeler, ben daha onları durduramadan. ''Bütün gece Yifan'dan başka bir şey çıkmadı ağzından, Yifan kaç yaşında basketbol oynamaya başlamış, Yifan kaç yaşında bırakmış basketbolu, en büyük travması neymiş, kaç halası varmış kaç teyzesi, hangilerini severmiş hangileriyle görüşmezmiş ailesi, kaç çocuk hayali kuruyormuş mesela kaçı kız kaçı erkekmiş, en çok gitmek istediği şehir, geleceğe dair en büyük hayali neymiş? Bütün bunlar...'' Duraksadım ve geri çekildim. ''Bütün bunları böylesine iyi bilirken sen...'' Ciğerlerim parçalanıyordu sevgilim, ciğerlerim. ''Ben neden böylesine yalnızdım senelerdir? Neden benim de yanımda değildin?''
Şimdi kaşları havalanmışken daha büyük bir çaresizlikle birbirine yaklaşmıştı, o an bir farkındalıkla yanıverdi kalbim. Kalbini kırdın onun, dedi içim. Kalbini kırdın onun, kendi canın yanıyor diye onun da kalbini kırdın.
Ellerinden biri açık bir tereddütle bana uzandığında, kaşlarım çatıldı ve pişmanlık bir kor gibi çöktü boğazımın ortasına. ''Boşver.'' dedim hızla başımı sallayarak. ''Tanrım, eşeklik ediyorum. Söylemedim say, bu geceyi yaşanmamış sayalım, lütfen.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
çirkin bir ananastı ama onu sevmiştim // suchen
Fiksi Penggemar''Neden ağladığımı biliyor musun?'' der tatlı tatlı, o hep tatlı tatlı konuşur sevgilim. ''Çünkü ereksiyon olamıyorsun.''