-SMS-
MyeongDong NANTA tiyatrosu, tam öğle vaktinde. Beni yine bekletmesen iyi olur Yeol.
Chanyeol içten yanaklarını kemirirken yaklaşık yarım saattir telefon ekranına bakıyordu. Yanında Baekhyun masumca uyuyordu ve Chanyeol şu an kendini kapana kısılmış hissediyordu.
Chanyeol Baekhyun’la tanışmadan önce düzdü. Bir erkekten hoşlanacağını hiçbir şekilde düşünmemişti. Ama hoşlanmıştı işte. Hatta evlenmişti. Baekhyun’la olduğu için asla pişman değildi. Ama bazen, başkalarına dokunmak istiyordu işte. Bu bir arzudan çok, ihtiyaç veya refleks haline gelmişti. Yaptığının yanlış olduğunu biliyordu. Jessica onun hayatındaki en büyük yanlıştı, ama Chanyeol bir türlü onu hayatından çıkartamamıştı.
Dilinin ucuna kan tadı gelince yanaklarını serbest bıraktı ve Baekhyun’u uyandırmamaya özen göstererek yataktan kalktı. Üzerine basit bir gömlek ve kot pantolon geçirdi. Kendi kendine her defasında tekrarladığı şeyi söyledi. ‘Bu son olacak. Bu sefer, ona artık görüşmememiz gerektiğini söyleyeceğim.’
Baekhyun’un üzerini iyice örttükten sonra hala kurumamış olan saçlarına ufak bir öpücük kondurdu.
“Gitme.”
Baekhyun neredeyse duyulamayacak acı dolu bir fısıltıyla konuşunca Chanyeol irkildi. Neyse ki Baekhyun’un gözleri hala kapalıydı, Chanyeol onun kabus gördüğünü düşündü. Başını bir kez daha öptükten sonra mırıldandı.
“Beni affet Baekhyun.”
Baekhyun, dış kapının kapanma sesini duyunca gözlerini araladı ve gözyaşlarının akmasına izin verdi. Chanyeol asla ona beni affet demezdi. Chanyeol asla af dilemezdi, asla yanlış yapmazdı. Sadece Baekhyun olayları büyütürdü ve küçük kavgalar çıkmasına neden olurdu. Sonra Chanyeol en ufak suçu yokken özür dilerdi, sırf Baekhyun üzülmesin diye. Baekhyun yataktan kalktı ve cüzdanını alıp evden çıktı. Üzerindeki pijamaları bile değişmemişti, Chanyeol’u kaçırmak istemiyordu. Eğer şimdi gözleriyle yanıldığını görmezse, bir daha Chanyeol’a güvenememekten korkuyordu.
-
“Hey, bebeğim.”
Chanyeol zorlama bir gülüşle tiyatro önünde bekleyen kızın yanına gitti ve dudaklarına ufak bir öpücük bıraktı. Fakat kız bununla yetinecek gibi değildi, kollarını Chanyeol’un boynuna dolayarak insanların onlara bakmasına neden olacak kadar uzun süre uzun çocuğu öptü.
“Son zamanlarda bana pek ilgi göstermiyorsun.”
“Biliyorum. Bilirsin işte. Baek…”
“Ah, ona gerçekten neden katlandığını bilmiyorum.”
Chanyeol sadece gülümsedi. Chanyeol Baekhyun'a neden katlandığını biliyordu, katlanıyordu çünkü Baekhyun aptal duygusallığına, saçma triplerine, mızmız kişiliğine ve gereksiz eşek şakalarına rağmen harika biriydi. Chanyeol Baekhyun’a katlanıyordu çünkü onu seviyordu. Ama bunu karşısındaki kıza nasıl söyleyebilirdi ki? Üstelik o kızla Baekhyun’u aldatırken. Buna yüzü yoktu.
“Hadi, gel. Güzel bir oyun sahnelenecekmiş. İki bilet aldım.”
Jessica Chanyeol’un koluna girdi ve ona söz hakkı tanımadan tiyatroya doğru sürüklemeye başladı. Chanyeol’un zaten karşı koyacak gücü yoktu, evde bıraktığı küçük bedeni düşünmekle meşguldü.
-
Oyun prensesi kaçıran bir dev ve tabii ki olmazsa olmaz olan prensesin kurtarıcısı prensle ilgiliydi. Bu tekdüze tiyatro, bilindik bir şekilde bitmişti. Prens, prensesi kurtarmış ve dev öldürülmüştü. Oyuncular selam verirken ve izleyiciler toparlanıp gitmeye hazırlanırken aniden sahne karartıldı.
“Sadece bir dakika, bir dakika daha durun lütfen.”
Sahneye pijamalarıyla gözleri kızarmış bir adam fırladı ve burnunu çekerek rica etti. İzleyiciler şaşkınca yerlerine geri oturdular, Chanyeol da bu gruba dahildi. Gözlerini konuşan adama çevirdiğinde vücudundaki tüm kanın çekildiğini hissetti.
Bu Baekhyun’du. Pijamalarıyla ve terlikleriyle sahnede dikilmiş kızarmış gözlerini izleyiciler arasında dolaştırırken sarsılmış gözüküyordu. Chanyeol kolunu Jessica’dan kurtardı ve ellerini yumruk yaparak Baekhyun’un onları görmemiş olmasını diledi. Görmüşse bile, basit bir yalan uydurup Jessica’yı kuzeni olarak tanıtabilirdi. Evet, evet öyle yapacaktı.
“Ben… Ben bir hikaye anlatmak istiyorum.” Baekhyun burnunu çekti ve buruk bir şekilde gülümsedi. “Bir dev ve sulu göz bir prensesle ilgili bir hikaye. Bunu şimdi anlatacağım çünkü eğer şimdi anlatmazsam başka ne zaman anlatabilirim bilmiyorum.”
Baekhyun birkaç derin nefes aldı ve yukarıya bakarak dudaklarını ısırdı. Chanyeol Baekhyun’un bu hareketinin anlamını biliyordu. Bu, Baekhyun daha çok ağlamak üzere demekti. Neyse ki Baekhyun kendini toparladı ve tekrar izleyicilere döndü.
“Çok da eski olmayan bir zamanda, bir prenses yaşarmış. Bu prenses mızmız mı mızmız, uyuz mu uyuz, sinirli mi sinirli, kıskanç mı kıskanç… Kısaca bir sürü kötü özelliği olan bir prensesmiş. Ama kimse bilmiyormuş, prenses sadece korkuyormuş… Sevgisiz kalmaktan. Dünyadan. İnsanlardan. En çok insanlardan…”
Baekhyun derin bir iç çekti.
“Bir gün, kırlarda dolanırken bir devle karşılaşmış prenses. Dev durmadan sırıtıyormuş, prenses ilk önce devin deli olduğunu düşünmüş. Ama dev o kadar ilgili, o kadar nazikmiş ki prenses elinde olmadan deve karşı ufak bir çekim hissetmiş. Ve zamanla deve aşık olduğunu fark etmiş. Tüm ülke prensese düşman olmuş. Sonuçta bir prenses, nasıl bir devi sevebilirmiş ki? Prenses korktuğu zaman, dev onu kucağına alıp her şeyin geçeceğini, yanında olduğunu söylermiş. Onu sevdiğinden bahsedermiş. Dev, prensesi iyi biri haline getirmiş. Onun gülümsemesini sağlamış. Mutlu olmasını sağlamış. Güvende hissetmesini sağlamış ve zamanla dev, prensesin tüm dünyası haline gelmiş.”
Baekhyun’un gözleri seyirciler arasından Chanyeol’u seçti ve dolu gözlerini Chanyeol’un gözlerine dikti.
“Bir gün prenses, devin çok fazla evden ayrıldığını fark etmiş. Dev hala onunla ilgiliymiş, bu yüzden prenses şüphelenmemiş. Deve güveniyormuş. Çünkü devin onu sevdiğini, ve sonsuza kadar seveceğini düşünüyormuş. Masalların sonu mutlu bitermiş, mutsuz olmayacaklarını düşünmüş prenses. Devi onu bırakmazmış, ona kıyamazmış. Ondan başkasına bakamazmış, çünkü prensese bağlıymış. Prensesin de ona bağlı olduğu gibi...”
Chanyeol ağladığının farkında bile değildi. Sadece sahnedeki çocuğa bakıyordu.
“Bir gün prenses, dolaşırken devini görmüş. Gidip ona sürpriz yapacağı anda, devin başka bir prensesi kucakladığını görmüş. Onu öptüğünü. Ona... Güldüğünü.” Baekhyun’un sesi iyice boğuklaşmıştı. “Ve o anda, prenses kırılmış. Her şeyi parçalanmış. Tüm dünyası, değer verdiği her şey bir anda yok olup gitmiş. Böylece prenses, devlerin insanlardan daha tehlikeli olduğunu öğrenmiş. Ve korktuğu şeylere bir yenisi eklenmiş…” Baekhyun’un sesi fısıltı şeklinde çıkıyordu. “Peki, şimdi ben o deve sormak istiyorum. Ben kime güveneceğim artık Yeollie? Beni kim koruyacak? Kimi sevebilirim?” Mikrafon yere düşmeden önce Baekhyun son kez fısıldadı.
“Masalların sonu mutlu biter... Peki neden ben, bizimkinin sonunda bu kadar acı çekiyorum Chanyeol?”
-*-
Kai yavaşça dudaklarını Kyungsoo’nun dudaklarından ayırdı ve alnını alnına yasladı. İkisinin de gözleri kapalıydı ve nefesleri birbirine karışıyordu. Kai’nin nefesi Kyungsoo’nun yüzüne çarptıkça Soo delirecek gibi hissediyordu. Dudakları sızlıyordu ama bunu umursamıyordu. Şu an ölse umrunda olmazdı. Tabii bu bir rüya değilse. Eğer rüyaysa, Kyungsoo ölmek istemiyordu. Çünkü ölmek uyanmak demekti ve Soo uyanıp soğuk Kai’yle karşılaşmaktansa rüyasındaki Kai’yle sonsuza dek yaşamayı tercih ederdi.
“Canın yanıyor.”
Kai gözlerini aralamış, kesik nefesler alan çocuğa dikkatlice bakıyordu. Yaptığı şeyin doğru ya da yanlış olup olmadığını bilmiyordu. Şu an için bu umrunda da değildi zaten. Kai cennet ve cehennemi biliyordu. Bir düşürülmüş olarak ikisini de tatmıştı. Ama Soo’yu öpmek, ikisine de benzemiyordu. Kai hem yandığını hem ferahladığını hissetmişti. Güçlü hissetmişti. Her şeyi yapabilecek gibi… Kyungsoo’yu her şeyden koruyabilecekmiş gibi.
Ne yazık ki, Kyungsoo’nun dudaklarında oluşmaya başlayan yara izleri Kai’ye hiçbir şeyin düşündüğü gibi olmadığını gösteriyordu.
“Umrumda değil. Ben.. Mutluyum.”
Kyungsoo gözlerini açtı ve Kai’ye dikkatlice baktı. Kai’nin onu öptüğü için pişman olmasını istemiyordu.
“Neden canının yandığını sormayacak mısın?”
Kyungsoo gülümsedi ve başını hayır manasında iki yana salladı.
“Sebebi her neyse, bunu sorun etmiyorum.”
“Şey, pekala.. Peki bir yerlere gitmek ister misin?”
“Hastayım Kai.”
“Harika, reddedildim.”
Kai geri çekildi ve şirince somurturken Kyungsoo’ya baktı. Kyungsoo kahkahasına hakim olamamıştı.
“Pekala, pekala küskün adam. Gidelim, ama yorulursam beni sırtında taşımak zorunda kalırsın.”
“Daha iyi bir fikrim var.”
Kyungsoo kaşlarını sorarcasına kaldırırken Kai şeytani bir şekilde gülümsemişti.
-
“Cidden! Seni dinlediğim için bir deli olmalıyım! Bu utanç verici, cidden utanç verici!”
Kyungsoo söylenmek ve yüzünü dizlerinin üzerine örtülmüş battaniyeyle gizlemekle meşgulken Kai Kyungsoo’nun oturduğu tekerlekli sandalyeyi itiyor ve bir taraftan gülmemek için kendiyle savaşıyordu.
“O kadar kötü değil Kyungsoo. Hem böyle daha uzun gözüküyorsun.”
“YAH! KAİ!”
Kai daha fazla dayanamayarak tuttuğu kahkahasını serbest bıraktı. Kyungsoo Kai’ye doğru döndü ve aynı anda yüzüne bir tükürük parçası geldi.
“A-Af edersin.”
Kai kendini toparlamaya çalışırken derin nefesler aldı. Kyungsoo iğreti bir ses çıkartıp yüzünü sildi ve tekrar önüne döndü.
“Sana artık itfaiye hortumu Kai diyeceğim. Sayende duş almama gerek kalmadı. Eğer sabahları seni gıdıklayarak uyandırırsam yüzümü yıkamama gerek kalmaz.”
“Abartma Kyung.”
“Abartmaymış. Peh. O değil de… Kai, bana dondurma alır mısın?”
“Hastayım diye evden çıkmayan baykuşun dediğine de bakın.”
“Hadi ama, çiviyi çivi söker.”
“O zaman seni Han Nehri’ne fırlatalım, böylece daha çabuk iyileşirsin.”
Kai tekerlekli sandalyeyi hızla iterken Kyungsoo kenarlara sıkıca tutundu.
“Ne yapıyorsun Kai?!”
“Han Nehri’ne sürüyorum!!”
Nihayet Han Nehri’ne vardıklarında köprünün ortasında durdular ve en uca yaklaşıp sessizce, batan gün ışığını yansıtan dalgaları izlemeye başladılar.
“Seni seviyorum.” Kai gözlerini nehirden ayırmadan konuştu. “Bunu her zaman yüzüne söyleyebilmeyi istedim. Değer verdiğim tek şeysin, seni seviyorum. Çok seviyorum ve ne pahasına olursa olsun koruyacağım Kyungsoo. Bu sana garip gelebilir ve…”
“Kai.”
“Hayır, lütfen bitirmeme izin ver. Bu sana garip gelebilir, sonuçta seni ne ara bu kadar sahiplendiğimi anlamayabilirsi…”
“Kai! Şuraya bak!”
Kai sinirlenerek bakışlarını Kyungsoo’nun işaret parmağıyla işaret ettiği yere çevirdi. Fakat manzarayı gördüğü anda, tüm sinirinin buharlaştığını hissetti. Sinirinin yerini yavaş yavaş endişe alıyordu. Genç bir adam köprünün tepesinde kollarını iki yana açmış ve gözlerini kapamış öylece sallanıyordu. Her an suya düşecek gibiydi. Kai biraz daha dikkat ettiğinde bunun yeni İngilizce öğretmenleri Baekhyun olduğunu fark etti. Keşfettiği şeyi Kyungsoo’ya söylemek için bakışlarını az önce Kyungsoo’nun olduğu yere çevirdi ve boş tekerlekli sandalyeyle karşılaştı. Kyungsoo yoktu.
Kai tekrar köprünün üzerinde dengesiz bir şekilde sallanan adama baktı. Tahmin ettiği gibi Kyungsoo son hızıyla adama doğru koşuyordu. Adam son kez nefes aldıktan sonra boşluğa bir adım atmıştı. Hala ona doğru koşan Kyungsoo’nun tiz sesi köprüde yankılandı.
“Hayııır!”
-*-
Tao yatağına uzanmış, tavana bakıyordu. Aklındaki yüzlerce kişi konuşuyor gibiydi, Tao hangisine kulak vereceğini bilmiyordu. Hangisini dinlemeliydi?
“O seni incitti.” Kafasındaki en katlanılmaz ses söyledi.
“Ama bunu isteyerek yapmadı, bir açıklaması vardı. Ayrıca sen incinmiyormuş gibi davrandın!”
“Seni kurtarmalıydı!”
“Bir süre sonra seni ziyaret etmedi ve resmen yalnızlığa hapsetti!”
“Ama şu an seni seviyor.”
“Ve senin için uğraşıyor, sense bir sürtük gibi davrandın.”
Tao çığlık atarak başını yastığın altına soktu ve yatakta çırpınmaya başladı.
“SUSUN ARTIK!”
“Kim susmalı?” Kris aralık kapının arasından şaşkınca Tao’ya bakıyordu. Hala biraz incinmiş hissetse de bunun için Tao’yu suçlayacak hali yoktu.
“H-Hiç kimse.” Tao başını yastığın altından çıkartıp yatakta oturur pozisyona geçti. “Özür dilerim, çok ses çıkartmış olmalıyım.”
“Sorun değil, yemeğe çağıracaktım.”
“Ah, evet. Geliyorum.”
Kris Tao’ya son kez baktıktan sonra arkasını dönüp mutfağa ilerledi .Tao Kris gözden kaybolur kaybolmaz kendisini büyük bir iç çekişle yatağa bıraktı. Önceden Kris’i sevdiği çok barizdi, ve şu anda boş hissetmiyordu. Kris’e baktığı zaman midesinde filler tepiniyordu. Oysa Sehun’u öptüğünde en ufak bir hortum hareketi bile olmamıştı. Belki de Sehun, Kris’e gidebilmesi için sadece bir köprü niteliğindeydi.
Diğer taraftan Tao, pat diye Kris’e ilan-ı aşk yapmak istemiyordu. Onu tam olarak sevdiğine emin olması gerekiyordu. Aksi halde Kris’i daha fazla üzecek ve daha çok kırılmasına neden olacaktı.
Kris masada yemeklerini didikleyen Tao’yu inceliyordu. İncinmiş miydi? Ya da kırılmış? Her ne hissediyorsa, öğrenmenin tek yolu vardı.
“Bugün… Seni Sehun’la gördüm.”
“Oh? Oh.. Evet.”
“İyi misin?”
“Evet, evet. Ona düşündüğüm gibi bir duygum yokmuş.”
“Anlıyorum.”
Birkaç dakika süren sessizliği Tao’nun çatalının arkasıyla yavaşça bardağına vurması bozdu.
“Kris, sana bir şey sormak istiyorum.”
“Evet?” Kris korkarak Tao’ya baktı.
“Benimle… Lünaparka gelir misin?”
-*-
“Bu iyi değil, hiç iyi değil, gram iyi değil…”
Luhan tırnaklarını kemirerek delirmiş gibi evin içinde dolaşıyor, odadan odaya girip çıkıyordu. Sehun bir süre sonra Luhan’a ayak uydurmaya çalışmaktan vaz geçmişti ve kendini salondaki koltuklardan birine atmıştı. Luhan okuldan gelip Kyungsoo’yu evde bulamayınca resmi olarak çıldırmıştı.
“Luhan, Kai onun yanında bu yüzden rahatla bir-”
“Sen! Sen sakın konuşma!” Luhan diğer odadan seslendi ve Sehun yayılmış olduğu koltuğa iyice sindi.
“Üzgünüm.”
“Gidiyorum ben!”
Sehun dış kapının açılış sesi duyulduğunda oturduğu koltuktan kalkıp hızlı adımlarla çıkışa ilerledi. Luhan’ı bileğinden tutup son anda içeri soktu ve ayağıyla kapıyı kapattı.
“Luhan, sakin ol.”
“Sen git Tao’yu sakinleştir! Hatta belki sana kitap okur, ha?!”
Sehun’un gözleri genişçe açıldı. “Sen.. Kıskandın mı?”
“Hayır, bırak beni!”
Sehun Luhan’ın diğer bileğini de kavrayıp üzerine yürüdü ve Luhan’ı duvarla kendi bedeni arasına sıkıştırdı.
“Kıskandın, değil mi?” Başını eğip gözlerine bakmaya çalıştı.
“Bırak beni.” Luhan Sehun’un nefesi yüzüne çarparken bir kez daha bileklerini kurtarmaya çalıştı. Fakat bu sadece Sehun’un daha çok yaklaşmasına neden oldu.
“Merak ediyorum Luhan…” Sehun başını eğdi. “Bir insan ve şeytan öpüştüğünde, insanın teni yanıyor ve insan acı çekiyor. Peki bir melek ve bir şeytan öpüşürse… Ne olur?”
Luhan Sehun’un son kelimesiyle nefesini tuttu ve birkaç parmak ötesindeki dudaklar ona yaklaşırken gözlerini sımsıkı kapattı. Ne olduğunu bilmiyordu, fakat öğreneceğine emindi.