Henüz bahsetmedim lâkin, Park Jimin'in limonatası dünya üzerindeki hiçbir içeceğe benzemiyor, o eşsiz tadı yakalamak için ne kadar uğraştığını merak ediyorum.
O gün hafif limon kokusu sinmiş üzerime, uzun süredir aynı çiçekleri soluyan ben, limon çiçeğinin farklı kokusunu ayırt ediveriyorum hemen; gülümsetiyor bu beni. Her sabah gülümseyecek bir nedenim olacaksa, her gece beni yaralayacak bin nedenimin olmasına razıyım; şu an suladığım papatyalarımdan öğrendiğim bir tecrübe idi bu.
Papatyalar fısıldamıştı onları ilk dükkana getirdiğim zaman; demişlerdi ki her daim gülümsemeliymişim. Gülümsemeliymişim ki kırık parçalarım parmak uçlarıma ağır geldiği zaman, dudak kıvrımlarım taşırmış en gizli şekilde kırıklarımı; parmaklarım kesilmez, ruhum kan kokmazmış.
Onları tezgahıma yerleştirdikten bir gün sonra, ruhum papatya kokmaya başlamıştı; öyle ki kan kokusunu unutuverir olmuşum. Oysa şimdi hafif limon kokusu sinmiş papatyalarımın arasına, bu beni gülümsetecek yüzlerce nedenden yalnızca biri.
Diğeri ise, üzerime sinen hafif limon kokusunun kaynağının aslında, limonata standındaki sarı saçlı Park Jimin'den kaynaklanıyor olması; lâkin o gün bunu henüz bilmiyorum. Ne de olsa hayat, sürprizlerle dolu.
Papatyalarımı sulamayı bitirdiğim zaman, elimdeki çiçek desenli plastik sulama kabını tezgahın yanına, yere bırakıyorum; hava sıcak, hasır şapkamın altındaki siyah saçlarımdan şakaklarıma doğru akıyor birkaç ter damlası. O an aklıma karışıveriyor Park Jimin, tıpkı ruhumun kendine özgü kokusunun arasına karıştığı gibi naifçe; bakışlarım O'nun standını buluyor, gülümsememin kenarlarına birkaç papatya asılıveriyor.
Oysa kırıklarım hâlâ parmaklarımda, hissediyorum; henüz sahte tebessümler için güçlüyüm.
O an nereden düştü aklıma bilinmez, düşünmeden bir küçük saksı papatyayı kapıveriyorum; biliyorsunuz, hava sıcak, kesinlikle O'nu yakından görmek için bir bahane değil bu. Hafif tempolu adımlarla küçük yolun karşısına geçiyorum hemen, oysa geldiğimden birhaber bir şekilde, önündeki eskitme desenli yaprakları olan defterine hızlıca notlar alıyor.
Biliyordum! Anlatacak, hissedecek, hissettirecek nice şeyinin olduğunu biliyordum ve belki de parmaklarından dökülen kelimeler, buram buram limon kokuyordur, dokunmak ve içime çekmek istiyorum hepsini.
Her ne kadar merak etsem de ne yazdığını, henüz yeni tanışmışlığım olan birini rahatsız etmek istemiyorum; yavaşça boğazımı temizliyorum varlığımı belirtircesine. Hafifçe zıplıyor yerinde, bakışları hızla beni bulurken kocaman oluyor gözleri; bu görüntü, son kırk sekiz saat içinde Park Jimin'in yüzünde taşıdığı en kesin duyguları barındırıyor. Korku, heyecan.
Korkmasını anlarım, belki okumamam gereken şeyleri okuduğumu düşünüyordur ve korkutmuştur bu kendisini; fakat neden heyecanlı? Yoksa bana, kendisine baktığım gözle mi bakıyor? Bu düşünce daha da heyecan verici, lâkin bir o kadar da imkansız; parmaklarım ne kadar burkulsa da, papatya kokumun arasına gömüyorum o düşünceyi hemen.
Zira Park Jimin, benim gözümde dünyadaki bütün çiçeklere bedel olduğunu bilmiyor henüz; bilse bile, ben bir çiçeğe bedel olabilecek biri değilim ki. Park Jimin asla bana, benim kendisine baktığım gözle bakmaz; bu en güzel yaraları bırakıyor ruhuma, açılan yaralarım limon kokuyor bu sefer.
Hızla defterini kapatıp tezgahın altına saklayışını izliyorum yüzümde bir gülümseme ile; küçük papatya saksısı ise arkamda gizlenmiş, olacakları bekliyor merakla. Keşke fazladan bir sandalye daha olsaymış; O'na tepeden bakmak hoşuma gitmiyor, O'na bir de gözlerinin hizasından bakmam gerek. Bu yüzden yüzünün hizasına doğru eğiliyorum, hafifçe geri çekiliyor lâkin nefes sesleri çoktan kesilmiş; dudağımın kenarlarındaki papatyalar kirpiklerime karışacak kadar büyüyor gülümsemem.
"Günaydın, Park Jimin," diyorum hafifçe geri çekilirken, lâkin hâlâ dizlerim hafif kırık bir şekilde tezgahın önünde çömelmişim; O'na gözlerinin hizasından bakmak daha da tarifsizmiş. "Bugün de hava çok sıcak değil mi?" diye soruyorum, omuz silkiyor, bakışları tezgahın üzerindeki ellerinde kenetli.
Arkama sakladığım küçük papatya saksısını iki elinin arasına iteklerken hafifçe, yüzündeki ifade değişimlerini dikkatle incelemek adına kenetleniyor bakışlarım yüzüne; kaşları ilkin çatılıyor, ardından bembeyaz papatyaları görünce parça parça parlıyor gözleri, dudakları aralanıyor heyecanla. Gülümsemiyor, bakışlarında bir çekingenlik; bunları hissediyorum.
"Beğendin mi? Hepsini özenle yetiştirdim, birçok şey anlatıp birçok dokunuş sakladım. Çok güzeller, değil mi? Benden daha güzel bir hoşgeldin hediyesi çıkamaz maalesef, ama çiçekler de güzeldir."
Başını sallıyor hızlıca, oysa cümlemin sonunu dinlemeden kesiyor cümlemi bu hareketiyle. Olsun, bembeyaz çiçeklerin her birine defalarca fısıldadığım bir cümleydi zaten, eninde sonunda bir gün hissedecektir.
"Park Jimin, limonataların o kadar güzel ki, bundan sonraki hiçbir sabah benden kaçışın olmayacak. O yüzden buraya bir sandalye daha koysak iyi olur, hem, birbirimize anlatacak çok şeyimiz var huh?"
Omuz silkiyor, bakışları papatyalardan bir kere bile ayrılmıyor. Oysa o papatyalar yaralı bakışlardan çok, bir tebessüm hak ederdi; yalnızca bir tebessüm. Park Jimin, o papatyalara iyi bakarsın, değil mi?
"Bana bir limonata koyar mısın o zaman?" diye soruyorum ve ardından ekliyorum. "Biliyor musun, limon ağacım artık çiçek vermeye başladı. Umarım bir gün, olgunlaştıkları zaman onlardan güzel limonatalar yaparsın ikimize."
Başını sallıyor, doldurduğu plastik bardağı uzatıyor bana doğru; öne kaymış hasır şapkamı düzelttikten sonra alıyorum bardağı gülümseyerek, gülümsemiyor; o gün O'nun hakkında sevdiğim ikinci şey oluyor çekingenliği.
Para bırakmıyorum, para istemiyor benden; zira papatyaların fısıldadığı cümlemin devamını duyduğunu biliyorum; bakışlarındaki yaraları unutturabilecek kadar güzel.
Yaralarını unutmana ihtiyacın olduğunu biliyorum Park Jimin; işte bu yüzden, kalbimde limon kokunun açmasına izin veriyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
limonata standı, yoonmin
Fiksi Penggemar"Konuşmayacak mısın?" diye soruyorum, kirpiklerini kırpıştırıyor birkaç kez; çekingenliği gülümsetiyor beni hafifçe. Gülümsüyorum, konuşmuyor; çekingenliğini seviyorum. "O zaman," diyorum neşeli bir sesle, bakışlarını üzerimden çekemiyor. "Beraber...