Park Jimin'e bakmak ile, Park Jimin'i görmek arasındaki tek hislik farkı bilir misiniz? Zira ben, O'nun yanında oturup, O'nun parmak uçlarına dokunuyorken görüyorum gerçek Park Jimin'i; yaraları çiçek yapraklarıyla kabuk bağlamış sanki, kusurlar bile bozamazmış güzelliğini.
Dokunsam yaralarına, acır mı ki canı? Oysa tek başına öpmek yetmiyormuş saçlarını, belki dudaklarına dokunsam, işte o zaman asacağım bütün yıldızlarımı dudaklarına O'nu koruması adına. Fakat öyle uzak geliyor ki dudakları parmak uçlarıma, koca bir sessizliği aşmam gerektiğini biliyorum; lâkin gürültülü ruhuma ağır geliyor yollar.
Birkaç saniye konuşmadan duruyoruz öyle, bakışlarımı O'nun üzerinden hiç çekmek istemesem de ara sıra dükkanımı kontrol ediyorum müşteri gelmiş mi diye; fakat Park Jimin parmaklarından ayıramıyor bakışlarını. Benim bakınca göremediğim neleri gördüğünü merak ediyorum, belki de insanın kendi yaralarını bu kadar yakından görüyor olması hüzünlendiriyordur insanı; zira biliyorum ki, Park Jimin'in parmak uçları kesiklerle dolu, çiçek yapraklarıyla kabuk bağlamış yaraları var.
Öpsem parmak uçlarını, çok kızar mı ki bana? Saçlarını öptüğüm adam, dudaklarımı saç tellerinde ağırladığında ne de parlamıştı oysa gözleri; belki de şuan tek ihtiyacı, parmaklarını öpüp kirpiklerini okşayacak birilerinin olmasıdır yanında. Birine ihtiyacın olduğunu, bana ihtiyacın olduğunu biliyorum Park Jimin; zira ruhumda gittikçe güçlenen limon kokunu inkar edemem. Lâkin zamanla kendi papatya kokumu dahi unutmaya başlıyorum biliyor musun Park Jimin, ben bundan pişman değilim de, umarım sen de olmazsın.
İçimdeki O'nun yanında olma dürtüsünü bastıramıyorum bir türlü, tezgahın üzerinde öylesine duran ellerinden birini yakalıyorum ansızın; bunu beklememiş olsa gerek, irkilerek bana dönüyor bakışları, şaşkınlık geziniyor bakışlarında. Gülümsüyorum, eli elim üzerinde ne de küçük duruyor.
"Küçücük ellerin varmış," diyorum parmaklarımızı birbirine kenetlerken, bu görüntü hoşuma gitmiş olsa gerek, kıkırdamadan edemiyorum, hasır şapkam gözümün önüne kadar kayıyor. "Ne de güzel uyuyor birbirine ellerimiz. Şuna da bak."
Hevesle yüzlerimiz arasında kaldırıyorum birbirine kenetli ellerimizi, size yemin ederim, Park Jimin işte o an gülümsüyor. Belli belirsiz, dudak kenarından hafifçe yukarı çekmiş kirpikleri, fakat orada, bir gülümseme asılı.
Nefeslerim, o dudak kenarında diziliveriyor hemen, titreşen dudak kenarını öpmek için nelerimi feda etmezdim oysa o saniye. Bakışlarımın dudaklarında takılı kaldığını fark etmiş olsa gerek, başını eğiyor utangaç bir şekilde, yanaklarına güllerim kadar kırmızı bir ton düşüyor; bahçemdeki güllerim o kadar da güzel gelmiyorlar artık gözüme.
Nasıl da sarsıcı bir his bilir misiniz, Park Jimin'in gülümsemesi? Herkes görebilir belki dudağın iki kenarının kıvrılmasını lâkin hissetmek, hissedebilmek çok başka bir şey; Park Jimin belli belirsiz bir gülümsemesi ile darmadağın ediyor bütün kalbimi, enkazının üzerine ise yanakları kadar kırmızı bir gül konduruyor. Çekingen olduğu kadar, utangaç da olsa gerek, bunu da seviyorum.
"Sen," diyorum, birbirine kenetli avuçlarımız birbirine değen dizlerimizin üzerine düşerken; diğer elimle çenesinden tutup hafifçe kaldırıyorum yüzünü. "Nasıl da güzel gülümsüyorsun öyle, Park Jimin. Fark ettin mi, bütün çiçeklerim kıskandı güzelliğini."
Ağzını açıyor bir şeyler söylemek adına, sonra hızla kapanıyor dudakları ve elimden kayıyor başı. Başını tekrar öne eğerken omuz silkiyor sadece, iç çekiyorum; Park Jimin'e ulaşmaya çalışmak, kendimle uzlaşmaktan daha zormuş. Gizli gülümsemelerine astığım papatyaların yorulduğunu hissedebiliyorum. Üzülmüyorum değil, çok çok üzülüyorum, Park Jimin en güzel üzüntü mevsimim oluveriyor; lâkin bilir misiniz, bunu bile seviyorum.
Park Jimin'in kalbime bıraktığı bütün hisler, somut olarak doğuyor tebessümlerimde; kim bilir, şuan dudaklarımda hüzün kokan bir tebessümün yer etmiş olması da bundandır.
O'nun da derince iç çektiğini duyuyorum, ardından hasır şapkam tekrardan çekiliyor başımdan, Park Jimin çatık kaşlarıyla bana bakıyorken O'nu neyin rahatsız ettiğini merak ediyorum. "Ne oldu?" diye soruyorum merakla, elindeki şapkamı tezgahına bırakıyor ve beyaz, üzerine PJ harfleri işlenmiş kare bir bez mendille terden ıslanmış alnımı ve boynumu kurulamaya başlıyor. Birbirine kenetlenmiş olan ellerimiz ise çoktan çözülmüş, çiçek kabuklarıyla kaplı yaralı parmakları perçemlerimi düzeltiyor. Park Jimin, kendisine ulaşamayacak kadar beceriksiz olduğumu fark etmiş olsa gerek, o gün ilk defa kendisi bir adım atıyor bana doğru; bir adımına, bin nefeslerimi dizdiğimden ise habersiz.
Yine de, parmak uçlarını öpmeyi not ediyorum aklıma; saçlarımın O'nun canını acıtmasını istemiyorum.
Bakışlarım bir saniye olsun gözlerinden ayrılmazken, O ise ciddiyetle devam ettiriyor işini, yüzümün her bir yerinde dolaştırıyor nemli mendili. O'nun beni düşünüyor olduğunu bilmek, bütün doğrularımı unutmak istememe sebep oluyor; Park Jimin kısa sürede hayatıma öyle egemen olmuş ki, bütün özgürlüğümü yaralarına bırakmaya çoktan hazır çaresiz birine dönüvermişim, bunu da sevdiğimi biliyorum.
"Hava sıcak," diyorum mırıldanarak, bakışlarım parmaklarıma düşüyor, O'nu bu kadar yakınımda görmek nedensizce çekinmeme sebep oluyor. Başıyla onayladığını görür gibiyim. "Fakat neden senin bir şemsiyen dahi yok standında? Güneş başına geçecek, zarar görmemelisin."
Saçlarımı son kez düzelttikten sonra hasır şapkamı tekrardan yerleştiriyor başıma özenle, ardından başını iki yana sallayıp omuz silkiyor ve tezgahın altındaki yerden bir plastik bardak çıkartıp, bir bardak limonata koyuyor. Ardından koyduğu bardağı bana uzatıyor, yanakları hâlâ güllerim kadar kırmızı iken, yanaklarına dokunsam kaç dikenin parmaklarıma batacağını düşünüyorum. Şanslı isem eğer, bütün dikenlerini toplar katarım ruhuma, yalnızca Park Jimin böyle güzel yaralar çünkü beni.
"Teşekkür ederim," diyorum neşeli bir sesle, ardından soruyorum. "Sen içmeyecek misin?"
Başını sallıyor iki yana, ardından tezgahın altından eskitme desenli defterini çıkartıp tezgahın üzerine koyuyor. Oysa ben yanında olduğum sürece bir daha görmem sanmıştım o defteri, üzülüyorum, ne görüyor, ne de hissediyor. Doldurduğu limonatayı içmeden tezgaha bırakıyor ve ayaklanıyorum, sanırım bugünlük bu kadar; Park Jimin, yemin ederim denedim fakat, sana giden yolda çok yaralandım bugün. Söz, yarın tekrar deneyeceğim.
Bakışları anlamsızca yüzümde dolaşırken, buruk bir gülümseme konduruyorum dudaklarıma, bunu fark ettiğini görmek umutsuzca sevindiriyor beni. "Gideceğim," diyorum, öpsem parmak uçlarını, çok kızar mı ki bana? "Birkaç işim vardı halletmem gereken, unutmuşum."
Ardından derince soluklanıp, defterin üzerinde duran elini kavrayıveriyorum, ellerimiz kenetleniyor tekrardan. "Ellerimizin ne de güzel uyduğunu söylemiş miydim? Olsun, tekrar söyleyeceğim, ve yarın, tekrar."
Başını eğiyor, yüzümde buruk bir gülümseme, çekingenliği canımı acıtıyor. Gitmeden önce, her bir parmak ucunu öpüyorum hafifçe, koparmaya kıyamadığım limon çiçeklerini bırakıyorum parmak uçlarına.
Aşk, limon kokulu imiş, ve fazlası yakıyormuş canımı. Ve ilk defa o gün limon kokusu, Park Jimin'in beni o deftere resmettiğini bilemeyecek kadar yakıyor canımı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
limonata standı, yoonmin
Fanfic"Konuşmayacak mısın?" diye soruyorum, kirpiklerini kırpıştırıyor birkaç kez; çekingenliği gülümsetiyor beni hafifçe. Gülümsüyorum, konuşmuyor; çekingenliğini seviyorum. "O zaman," diyorum neşeli bir sesle, bakışlarını üzerimden çekemiyor. "Beraber...