O sabah uyandığımda, limon ağacımın penceremden içeri sarkan dallarını görünce bir farkındalık alıyor bütün benliğimi; nasıl da yakıcı, en az limon kokusu kadar, bundandır belki de limonlarım hiç çekinmiyor sürekli fısıldamaktan o farkındalığı.
Park Jimin, diyor limonlarım o sabah, kokusu bu kadar yaralayabilir mi bir canı? Hiç fısıldadı mı ismini, hiç döküldü mü adın O'nun dudaklarından?
Sahi, hiç duymamışsam adımı O'ndan, bir isme sahip olmanın mantığı ne? Park Jimin, bütün eksikliklerimi tamamladığım adam, sadece rüyalarımda mı söyleyecek ismimi en güzel şekilde, tıpkı bir ninni söyler gibi? Oysa nasıl da yanar yüreğim dillendireceği kelimeleri yalnızca bana bahşetmesi adına, nasıl da yanar yüreğim, dayanamam bu acıya.
Ah, Park Jimin can yaram olmayı geçmiş artık, canıma katmışım çoktan ben O'nu. Bu öylesine sarhoş edici bir mutluluk bırakıyor ki dudaklarıma, aptal bir gülümsemenin dudaklarıma dolandığını dahi hissedemiyorum, Park Jimin bencilce duygularıma kadar ele geçiriyor beni, ben ise yalnızca gülümsüyorum.
Hava bugün sıcak olmalı diğer günlere göre, yaz güneşi yakıcıdır malum, başına güneş geçsin istemiyorum; bugün hasır şapkamı bırakacağım başına, limon kokulu sarı saçlarıyla ne de güzel duracaktır, kim bilir. Bunun heyecanı öyle büyük ki kalbimde, fazla oyalanmadan yataktan kalkıp üzerime basit bir tişört ile bahçıvan kotumu geçiriyorum, siyah saçlarımı elimde dağıtıp iniyorum aşağı.
Henüz çiçeklerim sabahın ışıklarını alamamışlar, hepsinin üzerinde bir kırgınlık var, buna yoruyorum kırgınlıklarının sebebini düşünmeden. Kırgınlığı solumak, görmekten daha rahatsız edici, bu yüzden tezgahın arkasındaki askılıkta duran anahtarları kapıp hasır şapkayı da gelişigüzel bırakıyorum başıma. Kepenklerimin kilidini açıyorum, gürültüyle aralanan yerlerden ilk ışıklar vurmaya başlıyor içeri doğru, kırgınlık gittikçe daha çok parlamaya başlıyor.
Hayır, sandığımın aksine çok da sıcak değilmiş hava, güneşin vurduğu yerler buz gibi bir dokunuş bırakıyor yüzümde. Bunu da, karşımdaki kaldırımda olmayan standın eksikliğine yoruyorum; güneşin ısıtıp aydınlatması gereken altın saçların eksikliği yetiyor kırgınlık solumak istememe.
Park Jimin, o sabah bana günaydın gülümsemesini bahşetmiyor; o sabah limon kokulu sarı saçlarında hasır şapkamın nasıl duracağını öğrenemiyorum. Nefesim kesiliyor, soluduğum kırgınlıktan olsa gerek; fakat zaten yaralanmış hislerin peşinde yeni yaralar getirebileceğini tahmin edemiyorum o sabah.
Park Jimin ilk kez yanılıyor gözümde; aşk limon kokuluymuş da, aşkın bıraktığı yaralardan akan kan da en az, aşk kadar limon kokarmış. Belki de bu yüzden, o zamana dek ayırt edemedim Park Jimin'in kalbimde bıraktığı aşkı ile yaralarını; kalbime dokunmaya korkar oluyorum o sabah.
Standın arkasında duran, geniş bahçeli ve iki katlı küçük evine kayıyor bakışlarım; oysa bütün perdeler çekili, bahçenin etrafını saran boyası dökülmüş çitin kapısı ise sonuna dek açık. Kor gibi bir düşünce düşüyor zihnime, gittikçe zehirliyor düşüncelerimi;
O sabah, Park Jimin'in gitmiş olabilme ihtimalini soluyorum kırgınlıktan sonra. Nefeslerim can yaralarım oluveriyor, soluksuz bir adım atacak iken, yerdeki bir şeye takılıyor ayağım; bakışlarım aşağı düştüğünde ise, zihnimdeki zehrin ağırlaştırdığı bir damla gözyaşı düşüyor Park Jimin'in eski sayfalı defterinin tam üzerine.
Kırgınlık tam ayaklarımın dibinde, adımlarıma dolanmış meğerse; adım atsam hangi karanlığa düşeceğimi Park Jimin dışında kimseler bilmezmiş, bunu bana bıraktığı eski defterini parmaklarım arasına aldığım zaman daha iyi anlıyorum. Min Yoongi'ye, yazıyor defterin kahverengi dokulu kapağı üzerinde, zehirli düşünceler tek tek yayılmaya başlıyor zihnimde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
limonata standı, yoonmin
Fiksi Penggemar"Konuşmayacak mısın?" diye soruyorum, kirpiklerini kırpıştırıyor birkaç kez; çekingenliği gülümsetiyor beni hafifçe. Gülümsüyorum, konuşmuyor; çekingenliğini seviyorum. "O zaman," diyorum neşeli bir sesle, bakışlarını üzerimden çekemiyor. "Beraber...