Eve geri dönüp hazırlandıktan sonra, daha dersin başlamasına iki buçuk saat olmasına rağmen dışarı çıktım. Sanırım biraz yürüyüş yapıp aslında pek de ruhsuz sayılmadığımı fark etmemi kutlayacaktım.
Neden "ruhsuz" olarak adlandırıldığımı anlatayım size. Bu ismi bana, çok sevgili annem verdi. Küçükken düşüp dizlerimi paramparça ettiğimde ağlamadım. Akvaryumdaki balıklarım ölünce ağlamadım. Bir erkek benim yüzümden sarhoş olup dövülünce ağlamadım. En son ne zaman gördüğümü dahi hatırlamadığım babam ölünce de ağlamadım. Anneme göre, ruhsuzdum ben. Öylesine bir beden, taştan farkı olmayan bir kalp taşıyordum, hepsi bu. Farklı biriydim çocukluğumdan beri. Konuşmak istemediğim kişilere dilsiz taklidi yapardım, dinlemek istemediğim şeyler olduğunda sağır gibi davranırdım. Bilerek kanattığım yaralarımdan akan kanı izlemeyi severdim, hiçbir zaman oyuncak bebeklerle oynamadım. On yedi yaşındayım ve hiçbir erkeğe de aşık olmadım.
Yolda öylece yürürken hep o kızı düşündüm. İçimdeki şüpheleri gıdıklayan kız... Neydi bu kadar saklanması gereken şey? Neden sabahın altısında bağıra çağıra kavga edip hüngür hüngür ağlamıştı? Galiba bunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim.
Boş boş dolaşıp ders saati gelince okula girdim. Aynı yüzler, aynı samimiyetsizlik, aynı kargaşa. Sınıfa gittim, tek başıma oturduğum sırama geçtim. Her sabah olduğu gibi bu sabah da sınıfa gelmiş olmam veya olmamam kimseyi ilgilendirmedi. Muhtemelen ölsem, farkına bile varmazlardı. Ders başladı, ders bitti derken gün bitti. Bense hep o kızı düşündüm. Küçük çekik gözleriyle kırmızı kırmızı bakan kızı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ruhsuz
ChickLit"Küçük çekik gözleri kıpkırmızıydı. Beş gün önce annemin "ruhsuz!" diye yüzüme bağırışından sonraki halimi onun suratında gördüm."