Dışarıya adım attığından beri endişesi iyice artmış, artık vücuduna ve kafasına sığamayacak bir hal almıştı. Ayrıca, sanki daha önceki durumu iyiymiş gibi bir de nefret ediyordu kendinden şimdi. Endişesinin başlıca sebebi kendisini ve akli dengesini çok bağladığı ailesinin onda bir değişiklik görmesiydi. Fakat, onlar hiçbir şey fark etmemiş-yüzüne sadece birkaç kez bakmış olsalar bile- son umudunu da yerle bir etmişlerdi. Etrafta neredeyse her gün gördüğü insanların yüzüne bakıyordu onlardan ekmek,yemek dilenircesine sadece bir soruyu duymak ya da tepkiyi görmek için. Birisi onda bir farklılık görmek zorundaydı yoksa aynadaki görüntü ile kafayı yiyecekti fakat kimse hiçbir değişiklik görmedi. Yavaş adımlarla ilerlerken saatine bir göz attı ve eğer bu hızda giderse geç kalacağını fark etti. O hiç sevmediği ama bir o kadar da benzediği insanlar gibi, her saniyesi işle geçen, kendisine bir saniye bile ayırmayan karıncalar gibi ufak ve hızlı adımlara geçiş yaptı. Kendini hep diğer insanlardan farklı görmek isterdi, öyle de sanırdı içtenlikle inanarak. Düşünce olarak,dünya görüşü olarak hep bir adım önde sanırdı fakat tüm insanlar bunu yapmaz mı zaten? Kendilerinde her zaman onları ''normal''likten kurtaracak bir özellik,bir durum aramazlar mı daha iyi hissedebilmek ya da farklı hissedebilmek için? Düşük insanlar birkaç kitap okuyarak,birkaç bilgi öğrendiğini varsayarak ve bunları yaymaya çalışarak yaparken bu ''ben sizlerden farklıyım'' gösterisini, daha düşükleri ise bunu dış görünüşleri ile yaparlar. Yaşadığımız dünyada öyle bir yere gelindi ki -hatta bayağıdır gelinmiştir bu duruma- giyilen bir kıyafet,bir takı insanlarla aramızda uçurum açarmış gibi hissettiriyor. Farklı hissetmek isterler çünkü diğerlerinden farksız hisseden bir insan, tanrısını kaybeden bir dindar gibi yaşama amacını kaybetmiştir. Ama korkmayın, her zaman ufak da olsa bir fark bulup devam etmeyi başarabileceksiniz. İnsanlığın aşağılık yönü de buradadır zaten, devam edebilmeleri, her şeye ve her yaşanana rağmen. Çoğu zaman dense de devam edebilmektir zor olan ve yürek isteyen, aslında bırakabilmek,vazgeçebilmektir asıl zorlayan ve insan bırakabilmeli kendini bazen ölüme, vazgeçebilmeli yaşamaktan. Bir insana ya da bir düşünceye körü körüne bağlı olmak ne kadar yanlışsa, yaşamaya da öyle bağlı olmak da yanlıştır,hatta daha da yanlıştır. Karınca adımlarıyla yürürken bir zamanlar gerçekten hoşlandığı hatta sevdiği kadını gördü marketin köşesinde. Selam vermeli miydi yoksa bu yanlış bir mesaj mı verirdi, selam vermezse de çok mu soğuk kaçardı diye düşünürken ve daha karar verememişken selam vermek için elini kaldırırken yakaladı kendini. İndirmek istedi fakat kadının ona baktığını ve elini gördüğünü farkedince artık geç olduğunu anlayıp selamını verdi. Şimdi ne yapması gerekiyordu hiç bilmiyordu. Normalde insanlarla ilişkide pek bir sorun yaşamaz diye düşünüyordu fakat gerçekten hoşlandığı ve sevip saydığı insanlara karşı bu durum,herkeste olduğu gibi değişiyordu. Çok fazla konuşmuşlukları yoktur aslında gerçekten çok sevdiğini düşünmesine ve birkaç kişiye de anlatmış olmasına rağmen. Bu birkaç kişi arasında kadının kendisi yoktu tabii çünkü bunu yapacak cesareti kendinde bulamadığını sanıyordu fakat olay aslında bundan çok daha öte idi. İnsan, hayatının her döneminde kendini kandırmak için birtakım şeylere başvurur ve sevgi konusunda da bu farklı değildir. Altında yatan başka, daha büyük sebepler ile uğraşmamak için yine kendisine atar suçu ve 'cesaretim yoktu' der sadece. Bu altta yatan büyük sebeplerden biri ise şuydu; o zamanlar babasının kendisini yetersiz olarak görmesinden sıkıldığı ve bunu düzeltmek için çalışmaya,çabalamaya kararlı olduğu dönemlerdi ve kafasını iş ilanlarından,dükkan camlarından kaldıramıyordu. Yine böyle bir günde görmüştü onu ve tam olarak kendisine de açıklayamasa da bir şeyler, kadını onun için çekici kılmıştı. Fakat, çok yoğun olduğu ve yarım bırakmaması gereken bir şeye giriştiği için buna zamanının olamayacağını,böyle şeylerle uğraşamayacağını söyleyerek, bu hislerini gömüp iş aramalarına devam etmişti. Kadına hoşlandığını söyleyememesindeki tek sebep de bu değildi pek tabii. Babası,belki de''en yakın'' olması gereken kişi tarafından hayatı boyunca sürekli yetersiz olarak çağrılan bir birey, nasıl olur da kendisini bir ilişkinin altına girebilecek kadar yeterli görür? Daha doğrusu, bu mümkün müdür? Girecek gücü bulsa bile, atlatabilir mi,sağ kalabilir mi? Kendisini anlatmak için onlarca senesi olan bir insana kendini anlatamamışken tam anlamıyla, başka bir kadına bunu günler içinde nasıl yapabilirdi? Onun için ilişki artık sadece mutlu olunması ve karşılıklı sevgi barındırması gereken bir olguyu aşmış, yeterli olabilme,her anlamda yetebilme olmuştur acı bir şekilde. Bu durum o kadar büyümüştür ki yaptığı herhangi bir harekette,ne olursa olsun, aradığı şey mutluluk değil, doğruluk-yanlışlık ya da yeterlilik olmuştur. Bir diğer sebep ise, bu insan gerçekten sevginin ne olacağını nereden bilebilir? Herhangi bir örneğini hayatı boyunca görmüş müdür ki bilebilsin? Sevgi, sadece kitaplardan,deneyimlenmeden öğrenilebilecek bir şey midir ki? Hayatı boyunca görmemiş,hissetmemiştir ki sevgiyi babasından veya annesinden, gerçekten bir gün hissetse bile bunu nasıl anlayabilir? Bunu bir anlık hoşlanma ya da heyecandan nasıl ayırabilir? Ayırabilse bile, ilişkileri otorite ve yetebilme durumu olarak gören biri sadece sevdiği için bir ilişkiye girebilir mi? Kendisini doğuran bir kadın bile oğluna sevdiğini bir kez bile söylememişken, sevmiyorken başka bir kadın sevebilir miydi? Hiç sanmıyordu ve bu düşünceler bir aralar uzun uzun aşkı ve sevgiyi sorguladığı günlere götürüyordu onu. Bu uzun süreli sorgulamalardan sonra aşk ve sevgiyi dünyayı değiştirecek iki şey olarak görüyordu. O, o anki olduğu durumu değerlendirerek, eğer sevgisizlik bu kadar büyük bir tahribat yaratıyorsa, sevginin yapabileceği şeyler düşünülmez diyordu. Oldukça mantıklı gelse de, sevginin yarattığı tahribatları da konuşmadan geçmek olmazdı. Her zaman, her daim mükemmel olan iki olgu değillerdi ve hatta böyle bir olgu var mıdır o bile tartışılır. Kendi içlerinde-seven ve sevilenin kişiliğine göre değişse de- sorgulanabilir iki olgudur. Herhangi bir insanın akli durumuna ve isteğine göre yokluğu oluşabilecek bir olguya güvenilebilir mi? Bütün insanlık ve hatta hayat, yokluğu bu kadar yıkıma yol açabilecek bir şeye bırakılmalı mı, tartışılır. Ah, bir de yanlış anlaşılıp,yanlış uygulandığında açabileceği sorunlar vardır ki,görüldüğü üzere bunlar çok daha büyüklerdir. Doğru ellerde insanlığı kurtarabilecek bir çiçek iken, yanlış ve yetişkin ellerde oldukça yıkıcı bir silahtır. Sevgi ve aşka bırakılması bile tartışılıyorsa hayatın, hangi kavram bu görevi layığıyla yerine getirebilir? Belki de ve hatta belki de değil kesinlikle, hayat,dünya gibi kavramlar insan ellerine hatta hiçbir canlının ellerine bırakılmamalıdır. Anlık bir cinnet halinde her şeyi yerle bir edebilecek duruma gelen şeylere siz olsanız güvenir miydiniz? Pek sanmıyorum. Sevgi ve aşktan payını almamış Tristeza, uzun saatler süren sorgulamasını bu kadar çabuk ve basit sonlandırabilmişken, aslında o kadar basit olmadıklarını ve derinlerinde yatan şeylerin olduğunu anlıyorum, bir kez daha dalınca daha da derinine. Bu sırada o, kadınla ayaküstü konuşmuş ve işe gitmesi gerektiğini söyleyip yine hızlı adımlarına ve çelimsiz düşüncelerine geri dönmüştü. Çalıştığı yere yaklaşmaya başladıkça, kısa bir süreliğine de olsa sırf kendisini birilerine kanıtlamak için hayallerini ne de çok terk ettiğini,kimsesiz bıraktığını hatırladı fakat yanlış bir şey yaptıktan ya da düşündükten sonra her insanın yaptığı gibi kendini rahatlatmak için sebepler aradı. Bu sebepler ne kadar kendisine yaptıklarını haklı kılacak şeyler değildiyse de ona o an mantıklı geldi ve insanlar için,düşünmeyi uzatmamak için bu yeterlidir. Tüm kalp ile inanılsa bile ve onlarca sebep bulunsa bile yanlış yapıldığına, doğru yapıldığına dair bir mantıksız,niteliksiz sebep bulunduğunda tartışma biter. Şöyle bir düşününce, dış insanların bizlere yaptığı,yapabileceği şeyler çok sınırlıdır aslında. Bizi gerçekten tanıyan insan sayısı çok azdır ve bunların arasında bizi gerçekten üzebilecek insan sayısı ise çok daha azdır. Yani bir hayat zamanı içerisinde diğer insanlar yüzünden gerçekten üzülecek olmamızın olasılığı neredeyse sıfırdır. Herhangi bir konuda kendimizi kandıran, yanıltan, aldatan, sevmeyen, ihanet eden bizlerizdir oysa. Bunu da biliriz aslında fakat kabul etmek beraberinde birtakım sorumluluklar getireceği için, bu yol çetrefilli gelir ve diğer insanları suçlamak en kolayı gibi görünür ve neredeyse her şeyde olduğu gibi, kolay olan seçilir. Bu yorucu, aslında birkaç saat süren fakat yıllar geçmiş gibi hissettiren sabahın ardından sonunda iş yerine girebildiğinde çok da geç kalmamıştı. Sadece birkaç dakika idi ve bunun pek de önemi yoktu. İşi, en kısa tabiriyle, çalışmayan,kaytaran işçileri üstlere ispiyonlamaktır. Tabii, buna daha cafcaflı bir isim bulunmuştur 'işçileri ve performanslarını denetleme müdürü' gibi fakat işin özü ispiyonlamaktır. Tüm birimleri saatte bir olmak üzere gezer, teftişler, bazen bu ziyaretlerini tahmin edilemez olması için yarım saatte bir yapardı. Bu ziyaretler sırasında çoğu zaman olağan dışı bir şeyle karşılaşmaz fakat on teftişin birinde elbet işini bırakıp köşede sigara içen ya da telefonla konuşan birini görür ama bu kişileri ispiyonlamak istemezdi, işi o olsa bile. Önce gidip onunla konuşmaya çalışır, anlatır ve bir kez daha görürse patronuna söylemek zorunda olduğunu söyler ve ayrılırdı. Bunu belli kişilere,onları sevdiği için değil genel olarak bütün işçilere yapardı çünkü zaten patronlar tarafından her türlü zorbalığa maruz kalan işçilerin üstüne daha fazla gitmek istemez ve onların da bu berbat iş saatlerinden ve koşullarından kendilerine zaman ayırmak istediklerini anlardı. Ne kadar işçilere karşı tutumu, onların seveceği türden olsa bile, neredeyse hiçbir işçiyle anlaşamazdı. Bu anlaşamama durumu tek taraflıdır aslında, kendisi gayet de iyi anlaşırdı fakat işçiler onun bir ispiyoncu olduğunu ve daha kötüsü işinin bu olduğunu bildikleri için onun yanında konuşmaktan kaçınır, onu aralarına almazlardı. Bu onu çoğu zaman gerçekten üzse ve derinden yaralasa bile, gücü olmasına rağmen onları cezalandırmayı düşünmemişti hiç. Bu özelliğini farkedip, bu yumuşak karnından yararlanmaya çalışanlar olmuştur elbette ve böyle yapanlardan birisiyle halihazırda başı dertdeydi. Bu adam, Tristeza'nın herhangi bir işçiyi ispiyonlayamadığını görmüş ve bundan yararlanmanın yollarını aramıştı. Her dakika olmasa bile günde en az iki kere, paydos saatleri haricinde köşeye çekilip sigara içiyor,telefonla konuşuyor veya daha farklı şeyler yapıyordu. Tristeza bunu birçok kez görmüş ve konuşmuştu fakat adam tabii ki dinlememişti. Son bir kez daha sigara içerken yakalayınca, bu sefer onun yanına gitmemişti fakat başka birinin yanına gitmişti,patronunun. Daha doğrusu üstünün. Üstünün de bir üstü ve son olarak da o üstün de bir üstü yani herkesin üstü, büyük patron vardı. Büyük patronu herhangi biri yani onun bir altı olan kişi hariç kimse görmemişti henüz. İş yerine haftada bir gelir, raporları alır, çözümleri sunar ve giderdi. İş yerine gelişlerini bu kadar aksatmasının tabii ki belli sonuçları vardı. Üstlerin işlere yeterince odaklanmamaları ve başka şeylerle uğraşmaları,sekreterler ile kırıştırmaları gibi. İşini düzgün yapmama durumu Tris'de de vardı fakat onun sebebi farklıydı. Üstlerin üstleri herhangi bir motive edici sebep bulamıyordu işlere yoğunlaşmak için ve bu doğal olarak altların da böyle yapmasını sağlıyordu. Bu olay aslında Tris'e iyi bir ortam yaratıyordu çünkü başında 'bugün hiç mi kimse bir şey yapmadı,herkes mi usluydu' diyen biri olmuyordu ve kendisini ispiyonlamak zorunda hissetmiyordu,bunun yerine saklıyordu. Tristeza'nın işçiler hakkında belli düşünceleri ve inandığı şeyler vardı. Herhangi bir işçinin, öncelikle insanın bir hiçlermiş gibi davranılmaması, haklarının yenmemesi hatta fazla fazla verilmesi, bir insan sırf fakir diye onun hor görülmemesi, dalga konusu olmaması gibi. Bunlar bir de, bir ülkenin ayakta kalmasını sağlayan en büyük taşıyıcı kolon olan işçilere yapılınca gerçekten sinirini bozuyordu. Az önce gördüğü sahneyi ispiyonlamak için üstünün yanına çıktığında onu, pek de güzel olmayan fakat fabrikadaki az kadından biri olduğu için fazlasıyla ilgi gören sekreterle çok samimi denilecek bir yakınlıktan dosyaları incelediklerini gördü. 'Haydi ayrılın' dercesine boğazını temizledi ve elinde olayın raporuyla işlerini bitirmelerini bekledi. Halinden pek memnun olan sekreter Tristeza'yı görünce yüzünü buruşturarak ona bakmış ve iğreniyormuş gibi bir ifade takınmıştı. Sonrasında patrona gülümseyerek odadan çıkmıştı. Cinsel açlığın zirveleri gördüğü bir dünyada, güzel bir sekreterin herhangi bir şey yapmadan ve ileri bile gitmeden kazanabileceği paranın haddi ve hesabı yoktur diye düşündü kendi kendine Tris. Bu düşüncesinden uyanıp patronunun yanına gitti ve raporu verip oturdu. Patronu rapora göz gezdirirken aslında sadece göz gezdirdiği çok belliydi çünkü raporda ne yazdığı umrunda değildi. Çok yüksek ihtimalle hatta fazlasıyla emindi ki düşündüğü tek şey,o an, sekreterin kalçası,kaçamak gülüşü ve adını söylerken tatlılaştırdığı sesi idi. Okuyor gibi yaptıktan sonra raporu masanın üstüne bıraktı ve sigarasını yaktı. Artık bir rutin haline gelmişti bu ve Tris, her adımını daha önceden biliyordu. Patronu sigaranın ilk nefesini çektikten sonra dumanı uzun süre ağzında bekletir ve sonra salardı. Bundan sonra, hayat,aşk,dünya ile ilgili iğrenç düşüncelerini belirtir ve ballandıra ballandıra anlatırdı. Ona göre hayat, hiçbir derdi ve tasayı umursamadan yaşanmalı, acılar ve insanların yaşadıkları görülmemeli,sineye çekilmeli ve birey sadece ama sadece kendisi için yaşamalıydı. Ona göre aşk, sadece bir kadın ve erkek arasında olur ve erkek alfa rolü üstlenirken kadın, her zaman ihtiyaç durumunda ve yardıma muhtaç olan olmalıydı. İlişkiler ona göre, bir sevme sevilme süreci değil, yardım etme ve edilme, bununla böbürlenme ve bu yardımdan ötürü kadını, istediği gibi kullanabilme süreci idi. Kadın evde kalmalı, çıkmamalı,erkeğin dediğini iki etmemeli, evi ve çocukları için yaşamalıydı. Erkek ise öbür yandan, istediği herhangi bir kadınla ilişkiye girebilmeli, eve para getirmekten başka bir şey yapmamalı idi. Ve ona göre dünya, tüm nimetleri sonuna kadar tüketilmesi gereken bir yerdi. Sonraki nesile nasıl bir yer bırakacağı,onların nasıl bir dünyada yaşayacakları umrunda değildi çünkü bu hiçbir şeyi sevmeyen ve sevemeyecek olan insan, dünyayı ve insanlarını da pek tabii umursamıyordu. Küresel ısınma,açlık gibi şeyler hiç mi hiç ilgilendirmezdi onu. Bir insanın kaderinde açlık yaşamak var ise, yaşamalıydı ve kimse bunu değiştirmeye çalışmamalıydı çünkü bu tanrısına yapılan bir yanlış,edilen bir küfürdü adeta. Buna sebep olarak da şunu gösterirdi, tanrı eğer onun zengin olmasını isteseydi, açlık yaşamamasını isteseydi öyle yaratırdı ve öyle bir hayat bahşederdi. Bu hayat,aşk ve dünya ile ilgili son derece mide bulandırıcı fikirleri olan insana hiçbir şey diyemiyor ve hatta demeyi aklından bile geçirmiyordu Tristeza, tam tersi fikirlere sahip olmasına karşın. Yüzü içinin kokuşmuşluğundan muşmulaya dönmüş adamı dinliyor,onaylıyor ve gülüyordu. Bunları yaparken içinden adamın ne kadar da insan dışı ve ilkel düşüncelere sahip olduğunu düşünüp onları yargılıyor, tartıyordu fakat bunları söyleyemiyor,söylemeyi düşünemiyor ve hatta düşündüğü için kendine bile kızıyordu. Bu üç kavram hakkında konuşmasını bitiren patron, şimdi de bir dördüncüsüne geçiyordu, işçiler. İşçiler,ona göre, sınıfların en düşüğü,en gereksizi ve en ezilmesi gereken ve hatta ezilmesi şart olanıydı. Giydikleri iğrenç ve ucuz kıyafetler ile, sürekli hasta olmalarıyla, zayıf ve kara kuru olmalarıyla adeta göz kanatan bir manzaralardı. Ne kadar ucuz olduklarından,kolay kandırıldıklarından bahsederken fabrikada halihazırda çalışan bir işçinin eşleri ve kızlarıyla yaptıklarını anlatmaya başladı. Bir gün aşağıda işçilerin yanında gezinirken bir işçiyi karısıyla konuşurken görmüş ve kadını epey beğenmiş ve sahip olmak istemiş. İşçinin yanına gidip nerede yaşadığını sormuş ve adresi almış. Hemen kokusunu sıkınıp, çekmecesindeki genelde penisine büyük gelmesine rağmen gösterişten aldığı büyük boy prezervatifi çıkartıp gitmiş. Tabii penisine büyük geldiğini kendisi söylemiyor fakat şişmiş ve hatta patlamak üzere olan göbeği bunu anlatıyordu. Başka bir sınıftan-daha ''alt'' sınıftan- bir kadınla ilişkiye girilecek ise penisin vücutlarına değmemesi gerektiğini düşünen bu dünya üzerindeki tüm çöp ve pisliklerden oluşan kişi, prezervatif almasının sebebini böyle açıklıyordu. Eve varınca kapıyı çalmış, kadını selamlamış, kendisini tanıtmış ve direkt,başka bir şey söylemeden onunla ilişkiye girmek istediğini ve bu gerçekleşirse yüklü bir para vereceğini söylemiş. Yine alt sınıftan bir kadınla iletişime geçilecekse eğer, konuşmanın kısa tutulması gerektiğine inandığını söylüyordü. Kadın küfürler savurarak reddetmiş,kapıyı yüzüne kapatmış fakat onun vazgeçmeye niyeti yokmuş. Kapıdan sakin bir sesle 'eğer kabul etmezsen, işsiz kalırsınız ve sizi bu şehirde yaşatmam' demiş. Bu sözleri söylerken sanki yazdığı bir şiiri okuyormuş gibiydi, o kadar gururlu ve memnun. Kadın biraz daha ayak diretse de, başka bir yerde ve parasız yaşamayacaklarından kabul etmek zorunda kalmış. İlişkileri bittikten sonra çıkmak üzereyken evin kızını görmüş ve onu da beğenmiş fakat çok daha fazla. Çöp içinde biten bir gül diye betimliyordu kızı. Belki reşit, belki reşit olmayan kız ile de ilişkiye girmek istediğini belirtmiş ama annesi onu öldürmesi gerektiğini söylemiş bunun için, 'ben neyine yetmiyorum kızımı bırak' diye de ağlamış. Burayı anlatırken sanki tiksinmiş olduğu bir şeyi anlatıyormuş gibi bir ifade takındı ve yere tükürdü zehiri atmak ister gibi. Gerekirse öldüreceğini söylemiş hatta öldürmekten beter edeceğini de belirtmiş, kız da kabul etmek zorunda kalmış. Yanında sadece bir tane prezervatif getirdiği için kız ile onsuz ilişkiye girmek zorunda kalmış ve büyük ihtimalle de,ona göre, hamile bırakmıştı. Hatta büyük ilkesini bozduğu için penisini, kaynar suyla yıkamak zorunda kaldığını da ekledi. Bu son sözünden sonra büyük bir iç çekti ve sigarasının son dumanını büyük,iğrenç ağzıyla çekti. Bu hikayeyi patronundan ilk defa duyan Tris, adeta büyük bir şok ve üzüntü içindeydi. Nasıl tepki vereceğini bilmiyordu, aslında biliyordu fakat veremeyeceğini de biliyordu. Patronu uzun uzun yüzüne baktı ve neden tepki vermediğini, gülmediğini, kahkaha atmadığını sordu. İçinden geçen son şey kahkaha atmak ve gülmekti böyle bir hikayeye fakat öyle yaptı. O an içinden nefret,öfke bir insana karşı beslenecek her türlü kötü düşünce bulunuyordu. İnsanlara ve dünyaya karşı beslediği mide bulandırıcı düşünceler yetmiyormuş gibi işçilere karşı sahip olduğu tutum, Tristeza'yı küplere bindirmişti fakat bu his, belki yapamayacağından belki de yapsa karşılaşacağı sonuçlardan dolayı, içinde kalıyordu ve içinde patlıyordu yine ve yeniden. Kendisi patronu ve üstü olduğu için sorgulamak aklının ucundan bile geçmiyordu. İşçi ve çalışanlar hakkında böyle sağlam ve tutarlı düşünceleri varken patronlar hakkında neden böyle cahil düşünüyordu bilinmez fakat genelde ülkemizde ve hatta dünyada takınılan tavır ile bir ilgisi vardı diye düşünüyorum. İnsanlar, zengin doğmayı ve zengin olmayı zeka ve bilgelik ile karıştırmışlardır hep. Eskiden ve maalesef hala, zenginler, maddi yönden fakirler tarafından hep yüceltilmiş, üstün insan olarak görülmüşlerdir. Onlar şanslılardır,farklılardır çünkü zenginlerdir. Patrona karşı en ufak yanlış bir düşünce bile akıldan geçirilemezdi, aileye karşı bile olabilirdi fakat patrona asla. Çünkü patron sana para veren,seni işine alan,seni yaşatandır. Kaçırılan şey ise buradaki, patron siz ve sizin gibiler var diye varlardır. Siz varsınız diye zenginlerdir. Fakat patronların bu kadar üstün olduklarını düşünmek bir ezilmişlik düşüncesidir yani hayatı boyunca hatta yüzyıllardır ezilmiş olan bir geleneğin düşüncesidir. İş gücü ile bir şeyler satın alamazsın ama parayla alabilirsin, zenginin parası çok olduğu için o her şeyi satın alabilir düşüncesidir. Paranın tanrı olduğu bir dünyada zenginler peygamberlerdir. Bu düşünce, bu babasından oğluna geçen ezilmişlik düşüncesi, Tristeza'da da yer etmiştir ve kazılıp atılamaz bir hal almıştır. Bir insan, kötü bir insanı yargılayamadığında,içinden bile olsa yargılayamadığında, yanlış bir şeyler dönüyor denebilir rahatlıkla. Fakat, bu nefret,bu tiksinti,bu öfke bir yerlerden birilerinden çıkmalıydı. Bunca hissin bir anda ortaya kalkıp hiçbir hedefe ulaşamadan öyle kalması, kalkıp kendisi olsa bile bir hedefe ulaşmasından daha kötüydü Tristeza'ya göre. Ama gerçekten öyle mi tartışılır. Bir insan nasıl olursa olsun, isterse hislerini saklayacak en son insan olsun, hep birtakım duygular kalır içinde,dışarı çıkamaz. Daha mutlu görünen ve mutsuz olan insan arasındaki farkı yaratan da bu husustur belki de, bu hisleri içeride öldürmek ya da kendi kafamıza sıkmak. Bir insan olarak en başta bir hayvan olarak elbette birtakım duygular ortaya çıkacak bazen birileri için bazen sebepsiz fakat önemli olan olay burada, o duyguları amaçsız kaldıktan sonra iyi yönlendirebilmek. Burada kendimize yönlendirmemizin de birkaç sebebi var, kendimizi kabul etmemek,sevmemek gibi fakat bunların da birkaç sebebi var, aile,çevre,insanlar gibi... Çocukluğumuzu düşündüğümüzde, kendimizi sevmiyor olduğumuzu görebilir miyiz, sadece böyle doğduk diye? Hiç sanmıyorum. Bizi, bizden nefret ettirenler başkalarıdır. Tristeza'da genel olarak kötü hisleri kendisine yönlendirmeyi tercih eden biri olduğu için, böyle yaptı ve tekrar kendisinden nefret etti. Adeta bütün sorumluluğu, adamın yaptığı bütün tiksinç şeylerin sorumluluğunu üstüne aldı. İki kadına kendisi tecavüz etti, kendisi bu kadar iğrenç bir kişilik oldu, sanki tüm cezasını o,Tristeza,çekti. Kendisinden iğrendi,nefret etti,aşağıladı ve ağladı içinden. Sırf adama 'yaptıkların çok yanlış, ne kadar kötü bir insansın' bile diyemediği için -küfürleri geçtim- kendisi günah keçisi oldu. Önce ses çıkarmak istedi ve çıkaramadığı için sonra ses çıkarmayı aklından geçirdiği için kendisine kızdı ve sonunda da kolay yolu seçti, kendini kurban etti. Artık bunca kötülüğü yapan oydu. Birisi suçu üstlenmeliydi ve bu kişi Tristeza oldu. Neden böyle oldu pekii? Bu kadar acı çeken insan için en azından bunu yapabilir miyim mi dedi? Ortada sahipsiz, acımasızca işlenmiş bir suç vardı ve o, onu yerden aldı. Pekii, acı çeken insanlar umursar mı suçun sadece yerden alınmasını ve ceza çekilmemesini? Asıl suçun sahibi,asıl ceza çekmesi gereken kişi onu yerden almıyorken,almaya tenezzül bile etmiyorken ve hatta bu suçla övünüyorken neden Tristeza bunu alan kişi olmuştu birden? Bu bir içgüdü müydü yoksa daha mı farklı bir şeydi? Neden kendini anlatmak dışında her şeyi yapıyor gibiydi? Öncelikli sebep korku, işi kaybetme korkusu,parasız kalma korkusu ve asıl büyük korku, baba korkusu, tekrar yetersiz olma korkusu. Tekrar demek yanlış olur, ne değişmiş olursa olsun hala yetersizdi, sadece daha azdı bu. Diğer bir sebep, sindirilme. Bu kişilik, Tristeza, gerçekte herkese benzeyen ama kimsenin bunu kabul etmeyeceği kişi, hayatı boyunca sindirildi, ses çıkaramaz hala geldi, ses çıkarmanın günah olduğunu bildi ve sınıfların var olduğuna inandı. Sırf biri daha şanslıydı ve zengin doğdu diye ondan güçlü ve yüksek olduğuna inandı, ses çıkarılmaması gerektiğine inandı. Ona en kötü ve iğrenç geleni ise patronu, bütün bunların hepsini ballandıra ballandıra ve gururlu bir şekilde anlatırken onun hiçbir şey diyememesi, diyememeyi geçip gülmesi, sırf o istediği ve patronu olduğu için. Para için satılan bir ruh değildir de nedir bu? Bütün sebebi de paraya yığamayız aslında. Para, Tristeza için ikinci planda kalan bir ayrıntıydı sadece. O daha çok kendisinin bildiği ama babasının ve ailesinin bilmediği bir gerçeğin peşindeydi, bir şeylere yetebileceği gerçeğinin. Bu gerçek ki gösterilmesi,kanıtlanması o kadar zordur ki uğrunda Tristeza gibi sayısız can almıştır. Bu da garip bir olgudur. Yalanların kanıtlanması zor olması gerekirken gerçeklerdir böyle olanlar. Bunlar gerçekler yüzünden değildir, gerçekler hep oradadır ve hep doğrudur. Bunu kabul etmeyenler insanlardır. Gerçekler her zaman diliminde acıtmıştır ve acımak isteyen çok az insan vardır. Fakat, aynı insanların kendilerini acıtmak için olan çabalarını görmek de pek ilginçtir. Gerçekleri kabul etmek istemezler azcık acıtacağı için -bir iğnenin batması kadar- ama yalanlar ve sonuçlarına katlanırlar bir bıçak yarası kadar acıtan ve yakan. Sonrası diye bir şey yoktur aslında insanlar için, önemli değildir. Tek önemli şey şu andır, şuan kötü hissetmemektir. Sonradan gelen acı, hemen gelen acıdan çok daha rahat katlanılabilir. Tristeza belki de bu yaşanan acı olaya gülmek zorunda kaldıktan sonra artık arasında bir fark görememiştir patronuyla ve bu yüzden suçu rahatlıkla üstlenebilmiş,o olabilmiş ve kendini suçlayabilmişti. Suçu işleyene güldükten sonra ne fark kalmıştı ki gerçekten de patronuyla kendisi arasında? İçinden farklı düşünmüş olsa da eylemler belirlemez mi çoğu şeyi ve değiştirmez mi? Patron artık konuşmuyor ve uzaklara doğru dalmış, bir şeyler düşünüyordu. Kim bilir ne korkunç, ne iğrenç düşüncelerdi onlar, düşünmeye,tahmin etmeye bile korktu Tristeza. Bu adamdan artık tiksiniyor, yüzüne bakmak bile istemiyordu. İster istemez, yaşadığı, gördüğü ve duyduğu şeylerden sonra patronlarla ilgili babasından öğrendiği şeyi sorgulamaya başladı. Patronlara karşı bir şey bile düşünemiyorken fakir kesim, onlar nasıl oluyor da birilerine tecavüz edebilme hakkını kendilerinde buluyorlardı ya da bu kadar umursamaz ve kötü olabilme şansını? Onların, bunca yüzsüzleşmesinin sebebi zaten onlara hiçbir şey denmemesi ve sessiz kalınması değil miydi? Artık buna tüm kalbiyle inanıyordu, asıl patronlar sorgulanmalıydı. Düşüncesi, kalıplaşmış sandığı düşüncesi bir anda değişmişti, özgür hissediyordu fakat neden hala içinden kelimeler dışarı çıkmıyordu? Bu ona tekrardan, konuşabilmenin,içini dökebilmenin karşıdaki kişiyle ve konumuyla ilgili olmadığını anladı. Bu kişisel bir durumdu fakat tamamiyle mi, tartışılır. Gerçekte olmak istemediği yerde,olmak istemediği kişi olan biri için bu duruma nasıl kişisel diyebiliriz ki? Bu insan olması gereken kişi değildir ki kişisel olsun. Patronunun yüzüne bakmadan, gitmek için izin istedi ve alınca birkaç dakika sonra çıktı. Bir odaya girmenin, bir insanla konuşmanın onu bu kadar kısa zaman içinde bu kadar çok değiştireceğini hiç tahmin etmemişti ve aklı da almıyordu hala. Bir kaza yapmışa, travma geçirmişe dönmüştü adeta. Bir saat bile olmadan kendinden ve bir insandan nefret etmiş, asla bırakamayacağını sandığı bir düşünceden özgürleşmiş ve acı dolu bir hikaye dinlemişti. Böyle bir travmadan sonra kesinlikle yüzünü yıkamaya ve kendine gelmeye ihtiyacı vardı. Tuvalete doğru yavaş ve kaybolmuş adımlarla ilerledi. Musluğu açtı ve avucuna bir miktar su alarak yüzüne vurdu. Aynaya baktığında gördüğü şey, sabah gördüğünden çok daha korkunç ve anlaşılmaz bir şey idi. Kendisini bu sefer sabahkinden bile farklı biri olarak görüyordu. İnsanlar alışır, o da alışmıştı, olmadığı birini aynada görmeye bile. İş yerinde,patronunun odasında birkaç ayna görmüş,kendisine bakmış ve biraz zaman geçtikten sonra o görüntüye alışmış ve hatta sorgulamaktan vazgeçmişti. Böyle yaşayıp gidebilecekken,kimse bir sorun görmüyorken ne diye belki de sonunda mutlu olmayacağı sorunları arasındı ki? Ama bu sefer, yüzünün yine değiştiğini fark edince böyle bir amacı kalmamıştı artık. Bunun sebebini araştıracak, gerekirse deli damgası yiyecekti ama buna alışmayacaktı. Bunun sebebi kararlılık gibi görünebilir ya da cesaret. Ama asıl sebep, bu ikisinden o kadar çok uzaktı ki. Tristeza'nın sabah evinde gördüğü yüz, tanımadığı ve daha önce görmediği bir yüzdü. Ne kadar tanıdık gelse de sonuçta sokakta veya başka bir yerde böyle bir yüze sahip biriyle karşılaşmamıştı ve sorun görmemeye başlamıştı. Başka biri olabilirdi. Ayrıca yüz, ne çirkindi ne de ona bakmak çirkin bir şeyi akla getiriyordu. Fakat, şuan aynada gördüğü yüz tanıdığı ve asla görmek istemediği birini andırıyordu,patronunu. Her aynaya baktığında bu açıklanamaz ve tarif edilemez miktarda nefret ettiği insanın yüzünü görmeye dayanamazdı. Yüz, adeta içteki tüm iğrençliği yansıtıyor, dışarıdaki insanların anlamasını ister gibi bunu gösteriyordu. Kendini görememesinde sorun yoktu fakat bu adamı görmek her seferinde, bu katlanılmaz geliyordu ve öyleydi de. Ne yapacağını düşündü ve bu durumu çözebilecek kişilerin arkadaşları olduğu kararına vardı. Tuvaletten çıkmak için kapıya doğru ilerledi fakat o anda tuvalete girmekte olan İndiscret ile karşılaştı. Bu adam, son derece boşboğaz olmak ile birlikte aynı anda dedikoducu biridir. İş yerinde ne olup ne bittiğiyle ilgili her şey onun radarı altındadır ve onun bilgisindedir. Uzun süren ve Tris'in dinlemediği cümleler kurarken aradan bir kelime Tris'in dikkatini çekti ve 'ne dedin daha demin' diye sordu. İndiscret soruyu algılayamadı ve 'neyden bahsediyorsun' diye karşı bir soru sordu. Tris heyecanlı ve telaşlı bir şekilde 'adım diyorum, ne dedin adıma daha demin?' diye çıkıştı. İndiscret üstüne doğru gelen Tris'den uzaklaşmak için birkaç adım geri attı ve ''Sjef tabii ki, adını mı unuttun?' dedi. Tristeza afalladı ve düşer gibi oldu fakat tezgaha tutunup hemen toparlandı. Bu, Tris'in bugün duyduğu ikinci farklı,kendi adı olmayan ama çağrıldığı isimdi. Ailesinin tarafından Meager olarak çağrılmasını bile henüz anlamayan Tris, şimdi ise bir farklı isim ile çağrılıyordu. Bunu tahmin etse bile bu tahmin çok derinlerdeydi ve dışarı çıkıp gerçekleşmesini istemiyordu. Arkadaşlarıyla buluşma fikri o an daha çok gerekli geldi ve bir anda tuvaletten fırlayıp iş yerinden ayrıldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1234
EspiritualYıllarca başkaları için değişmek,taviz vermek ve bambaşka biriymiş gibi davranmak zorunda kalmanın sonunda kim kendini tanıyabilir, daha doğrusu tanımak ister? İnsan,her zamanki gibi, iğrençliğinden uzaklaşmak için her şeyi yapacaktır.