Yıl:2029
Ay: Sanırım Mart
Yer:Ankara da bir yer
Nasıl bu duruma geldiğimizi inanın ben bile bilmiyorum. Kabuslarımızda ki dehşet ete kemiğe büründü ve sokaklar, caddeler boyunca kanımızı döktü. O güvendiğimiz kalın duvarlar ve 11 mm mermi atan tüfeklerimiz bizi koruyamadı. Çok iyi hatırlıyorum 2024'ün Eylül ayıydı. Gökten binlerce meteor caddelere bir bir çarptı. Herkes felaket bitti derken aslında her şey çok daha yeni başlıyordu. Kızarmış taşların içinden iblis ordusu tek tek çıktı ve bizi yaşlı geç kadın erkek demeden kesti. Ordu ve milis kuvvetler büyük darbeler vursalar da 1 yıl içinde cephane yetersizliği ve yiyecek kıtlığından askerler ya savunmasızca sokaklarda ya da kışlalarda açlıktan öldü. iblisler kontrolü ele geçirmiş, sokaklarda insan avlıyorlar, kahkaha atıyorlardı. Camileri kiliseleri, sinagogları hepsini yıkıyorlardı.
300 kişilik bir birlik bir kaç ay dayanmasına rağmen Anıtkabir'i de yerle bir etmişlerdi. 6 milyonluk şehirde ilk ay 1 milyon 4 yılda 50 bin kişi şimdi de direnmekten bıkmış benim gibi Konya'ya, arındırılmış şehre giden sadece 4 bin kişi kalmıştı.
Bize en büyük darbeyi Cinlerle olan savaş değil, Eylül ayından sonra gelen 8 aylık büyük kış vurdu. Açlık kıtlık ve soğuk en önemlisi de salgın hastalıklar bir kaç ayda Cinlerden kat ve kat daha çok insanı öldürmüştü.
İki yıl içinde dünya devletleri mermi ve yiyecek sıkıntısına düştü korku panik yarattı art arda nükleer füzeler başkentlerden havalandı. TV yayını ve haberleşme bitti, elektrik rüyalarımıza karıştı. İstanbul Diyarbakır İzmir ve Ankara büyük nükleer darbeler aldı. Cinlerin gücü büyük ölçüde kırılsa da yiyecek sıkıntısı daha da büyüdü. Kılıçların altında değil yediğimiz kedi köpek cesetlerinden kaptığımız mikroplarla ölüyorduk.
Tüfekler eritildi, çeliğinden kılıçlar, kalkanlar yapıldı. Mermisiz tüfekler neye yarardı ki.
Birkaç ay önce öldürmek üzere olduğum bir Cini konuşturmam ile hikayem çok başka bir yöne evrildi. Açıkçası verdiği bilgiler oldukça hoşuma gitmişti.Yaratığın söylediğine göre; Konya da kendine Mevlana Kuvvetleri diyen bir grup şehri temizlemeye başlamış, temiz su ve yeterli gıdayı üretiyorlarmış. Kudüs, Bakü ve Romada da direniş birlikleri Cinlere karşı küçük olsa da zaferler kazanmaya başlamıştı. Bu bilgi sayesinde sakladığım yerden yani Ankara Kalesinden çıktım.
____________________________________________________________________________
Anıtkabir yıkılınca hem son bir ziyarete hem de yağmaya gittim. Yani şimdi doğru konuşacak olursak ilk amaç yağmaydı hem de Mustafa Kemal'in kılıçlarını yağma. Yıkıntıların arasında sadece Sovyetlerin zamanında hediye ettikleri bir kılıcı buldum. İlk zamanlar bir milli hazineyi çaldığım için çok vicdan azabı çektim lakin sonraları bu his tamamen yok oldu. Ha bu arada tamam 100 yıllık kılıçtı falan ama jilet gibi kesiyordu namussuz.
Konumuza dönecek olursak insanlar genel olarak 10-15 kişilik gruplar halinde dolaşırlardı korunmak ve hayatta kalmak için ama ben hep tek başıma takıldım. Nedeni belliydi. Tamam insanlar Cinlere göre daha güçlüler ama kabul etmek lazım ki daha fazlalardı. Bi' bi' kişinin çıkardığı ses var, bir de 15 kişinin çıkardığı ses var. Benim 1 birim gıdaya ihtiyacım varsa onların 15 birime ihtiyaçları vardı. Paylaşma derdim yok beni yavaşlatan yaşlılar yok. Hayat bu zor zamanlarda tek başınaysan daha kolaydı. Bazen uzaktan insan grupları görürdüm ama genelde uyuduklarında fazla yiyeceklerini çalar ya da hiçbir şey yapmadan uzaklaşırdım.
Cinlere ise yağmalanacak bir şeyleri yoksa kesinlikle saldırmaz kaçardım. (Riske değecek bir şey yoksa saldırmanın bir anlamı da yoktur). Çoğu zaman sokakta dolaşan kedileri arbaletimle avlar yerim. Hiç kınamayın beni o kadar zor bir duruma düştük ki bu öğün lüks geliyordu. Aslında istilanın ilk aylarında her şey daha kolaydı birkaç market parlatıyor, yağmayla falan karnını bir şekilde doyuyordu. Ama zamanla yiyecekler bozulmaya başladı ve yağmaya cinlerde katıldı. Sonra her şey katlanarak zorlaştı, su bulmak yiyecek bulmak imkansızlaştı.Allah'tan Cinler canlarına büyük önem veriyordu. Her esir aldığım cin hayatlarına karşılık güzel bir bilgi ya da yiyecek bir şeyler ve temiz suyu nerede bulabileceğimi söylüyordu. En son yakaladığım Cin'in ismi Ekayis'di sanırım bir muhafız cindi. Tek tabanca takılanlardan hani. Uzun zamandır o piçi izliyordum çünkü bir haritası olduğunu öğrenmiştim. Şehrin yarısı bir nükleer füzeyle yok olmuşsa haritalar değer kazanıyordu.
Bu yaratık yeşil gövdesinin üzerinde kara bir zırh taşırdı. Sağ göğsünün üzerinde dev bir güneş dövmesi vardı. Uzun süre hareketlerini izledim. Her gün güneş tam tepedeyken bir harabenin içinde tapınma ayini yapardı. Hangi putu kendine ilah ettiğini anlayamamıştım lakin bunun bir önemi de yoktu.
Yağmurlu bir Ankara sabahında o her zaman girdiği harabenin içinde onu bekledim. Geldiğinde bir okla yaralayacak ve haritayı aldıktan sonra bu iğrenç hayatına bir son verecektim. Öyle de oldu.
Ayin için dizlerinin üzerine çöktüğü an iç odalardan birinden çıkarak omzuna demir bir çubuk çiviledim. Acıyla doğruldu ve sol eline aldığı uzun baltalı mızrağını göğsüme savurdu. Kanıma dolan adrenalinle hızlıca geri adımladım. Eğer o darbe hedef bulsaydı muhtemelen iki eşit parçaya bölünürdüm.
Kaçarken arbaleti tekrar kurarak arkamda ki dev yaratığa bir ok daha fırlattım. "Ah, Evet" yeniden hedef bulmuştu yaratık karnına giren metal parçasının bağırsaklarını delmesiyle yere yığıldı. Her ihtimale karşı yaya tekrar ok sürdüm ve kılıcımı çekerek boğazına dayadım "Haritayı ver?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kıyamete Bir Kala
FantasyYıl:2029 Ay:Mart Yer:Ankara da bir yer Nasıl bu duruma geldiğimizi inanın ben bile bilmiyorum. Kabuslarımızda ki dehşet ete kemiğe büründü ve sokaklar, caddeler boyunca kanımızı döktü. O güvendiğimiz kalın duvarlar ve 11 mm mermi atan tüfeklerimiz b...