Olay Gününden Bir Hafta Öncesi-Zeynep (2)

568 43 1
                                    


Şıp... Şıp... Şıp...

Aslında yağmur yağdığında hiç de böyle sesler çıkmaz. Tam olarak nasıl bir ses çıkıyor, bunu ben de tarif edemem. Bu sebeple ne zaman bir yağmurlu bir günü anlatmak istesem "şıp şıp şıp" yansımasını kullanmayı tercih ederim.

Dışarıda yağmur yağıyor ve çok şükür ki akşam vakti olduğundan kimseleri yağmurdan kaçışırken izlemek zorunda kalmıyordum. Zira içinde bulunduğum atmosfer yağmura fazlasıyla romantik bir hava katıyordu. İşte bu sebeple istiyorum ki manzaramı bozacak hiçbir gerçeklik olmasın. Bunu her şekilde gerçekleştirebilirdim aslında. Doğru zamanda kafamı doğru yöne çevirmem yeterliydi. Neyse ki bu kadarcık zahmete bile katlanmak zorunda değildim. Bu yüzden fazlasıyla güzel bir akşamdı.

Mutfağa geçtiğimde gözüm kahveye kaydı. Henüz paketini açmadığım Kolombiya kahvesini denemek için iyi bir zamanlama olduğunu düşündüm. Yakın zamanda okuma kulübünden bir arkadaşımın bana kahve festivalinden getirdiği Kolombiya kahvesi de ceviz aroması vadediyormuş. Ama bu aromayı ortaya çıkarmak için kahveyi layıkıyla demlemem gerekiyordu. Doğru demleme yöntemine karar vermem için de öncelikle kahvenin nasıl çekildiğine bakmam gerekecekti.

Pakete iliştirilen bir kağıdın üzerinde "Beni 3-4 dakikadan fazla demleme. Acırım," yazıyordu. Bu ayrıntı beni gülümsetti. Paketi açtığımda kahvenin french presste demlemek için harika büyüklükte çekildiğini gördüm. Orta büyüklükte çekilen bu kahve, çekirdeklerin büyük çekilmiş kahveye göre çabuk çözülmesini engelleyecekti. Aynı zamanda küçük olmadığı için de french pressin deliklerini tıkamayacaktı. Ve tabii ki kahvenin tam zamanında demlenmesine fırsat vererek kahveden en iyi aromayı almamı sağlayacaktı. Hazır yağmur da yağıyorken bu ritüeli hak ettiğimi düşündüm ve su ısıtıcısına su koydum. Bir süre daha yağmurun keyfini çıkarmak için parmak uçlarımda koşturarak camın önüne geçtim. Çok geçmeden "görev tamamlandı" mesajını duymuştum.

Isıtıcıdaki suyu üst dolaptan çıkardığım french fresse doldurdum. Kupam için ne kadar suya ihtiyacım olduğunu göz kararı belirlemiştim. Sonra kahvemi açtım ve önce o taze kokuyu içime çektim. Beklentim artmıştı. Hemen kahveden yaklaşık iki tatlı kaşığı kahve aldım ve french pressin içine bıraktım. Kapağını kapattığımda 4 dakika kadar demlenme süresi verdim kahveme.

Kahvemin aromasını iyi alabilmek için güzel bir şekilde demlemeye çalışsam da kahveyi sütsüz içmem mümkün değildi. Sadece bir yudum içerek sek hâlini tadacak ve sonrasında ısıttığım bir miktar sütü kahveme karıştıracaktım. Bunun için mini buzdolabımı açtım ve o karmaşada bir süre süt aradım. Sonra dün marketten aldığım sütler geldi aklıma. Elimde açılmış paket olmadığı için lavabonun altındaki dolaba yerleştirdiğim kapalı kutulardan bir tanesini aldım. Normalde kahve yaparken işe heybetli kahve makinamı karıştırırdım ama bu sefer sütümü ısıtırken bile makinayı çalıştırmak istemiyordum. Bu yüzden ortalama bir cezve alıp bir miktar süt koyarak ikili ocağın arka tarafına yerleştirdim cezveyi. Süt kenarda ısınırken yeşil emaye tepsimin üzerine french pressi, kupamı ve birazdan içine süt koyacağım küçük porselen sütlüğümü yerleştirdim. Bir de tabii ki damla çikolatalı kurabiyelerden birkaç tane alarak onları da tepside kalan son boş alana yerleştirdim. Sütün ısındığına kanaat getirince sütlüğü doldurdum ve minik kapağını kapatarak mutfaktan çıktım.

Tepsiyi can kenarındaki en sevdiğim fiskos sehpaya bıraktıktan sonra saatime baktım; yediyi yirmi üç geçiyordu. Bu saatten sonra pek kimsenin geleceğini sanmıyordum. Çünkü daha çok okul çıkışında, öğretmenlerinin okumasını söylediği kitapları almak için öğrenciler geliyordu. En yoğun saatleri atlatmıştık. Yani dedem atlatmıştı ve ben geldikten bir iki saat sonra yukarı çıkmıştı. Şimdi benim nöbetim başlamıştı.

Mutfağın lambasını kapattıktan sonra kitapçımın sarı spot lambalarını açıp dedemin yukarı çıkmadan önce açtığı beyaz koca lambaları da kapatmıştım. Hem böylesi daha tasarruflu hem de daha estetikti.

Tek kişilik koltuğuma oturunca ayakkabılarımı çıkardım ve koltukta bacaklarımı kucağımda toplayarak sadece nefes aldım. Birkaç nefes boyunca bir şey düşünmemiş olmak beni az da olsa dinlendirdi. Bu sakinliğe biraz daha ihtiyacım vardı. Okul beni fazlasıyla yoruyordu zira. Bir de perşembe günü yapacağım sunumda çoktan halletmiş olmam gereken Sibel sorunsalı vardı.

Hayır hayır. Şimdi, şu güzelim anda bunları düşünmemeliydim. Hem nasıl olsa konu benim için fazlasıyla kolaydı. Daha önce Don Kişot'u işlediğimiz benzer bir ders almıştım ve akademi camiasında genel geçer hayranlıkların, yorumların ne olduğunu biliyordum. Ama yine de Sibel'le bunu konuşmalıydık. Bugün salı günüydü ve okula gelmediği için yine bir ayarlama yapamamıştık.

Tamam, tamam. Sıkıntı yok. Hocaya durumu anlattığımda tabii ki beni anlayacaktı. Tek başıma kalkıp tüm konuyu anlatacaktım. Bildiğim bir konuydu ve panik yapmama gerek yoktu.

Sanırım kafamdaki karışıklığı yoluna koymuştum. İşte şimdi kahvemi rahatça içebilirdim.

Kahvemi doldurmak için tam french presse yönelmiştim ki Nusret Amca'nın antika dükkanından aldığımız o zil çaldı. Ben ona "ispiyoncu zil" diyordum. Tıpkı sahte pasaport hazırlayan saatçilerin dükkanlarının kapısına takılı olan cinsten... İçeri birinin girdiğini yüksek sesle haber vermişti. Kafamı kaldırıp kapıya bakınca hiç de huzurlu bir vakit geçiremeyeceğimi anlamıştım. 

Bir Lattenin Ömürlük HatırıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin