Hayatınızın bir aşamasında, bütün ilişkilerin aslında tek bir ipliğe bağlı olduğunu öğreniyorsunuz. Eğer o aşamaya geldiyseniz, ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Eğer hala o aşamaya gelmediyseniz, hikayemi okumaya devam edin.
Aslında böyle konulara insan sondan mı başlamalı, yoksa baştan mı karar veremiyor. O yüzden biraz doğaçlama gideceğim.
Size biraz M'den bahsedeyim. İnternette tanıştığım gizemli yakışıklı. Yabancı. İngilizce öğretmeni.
İnternet ortamında insanları tanıma taraftarı bir insan değilimdir. O halde neden internetten biriyle tanıştın demekte çok haklısınız. Başka bir fırtınanın yıkıntılarını toplamak için kafa dağıtmaya çalışıyordum diyelim. Sonuçta, tanıştık işte. İngilizce mesajlaşmaya başladık. Uzun uzun mesajlar yazışıyla, Türk erkeklerinin kadınlara bakış açısını yanlış buluşuyla(ve tabi biraz da sixpacklerin etkisiyle) onun farklı olduğunu düşündüm. Hani bazen sırf görüntüsünden etkilenip, kendinize bahane ararsınız ya, hah işte onu yapmayın... Ben şimdiye kadar bir faydasını görmedim.
Mesajlaşmamızın üçüncü günü, kendi isteğimle buluşmak istedim. Tabi bir seri katil veyahut azılı bir sapık olma ihtimalini de göz ardı etmedim ve buluşma yeri olarak kalabalık bir AVM seçtim. Buluşma saati yaklaştıkça artan bir gerilimle, mutlaka bir eksisi olmalı diye düşünüyordum. Benim bir eksim vardı. Fotojeniktim. Hayır, hayır shop değil. Öyle sürekli selfie çekip koyan biri de değilim. Sadece, fotoğraflarda daha çekiciyim diye düşünüyorum. Öz eleştiride de üstüme yoktur! Her neyse, o mükemmel görünüyordu. Ama internette birini aradığına ve bana(!) yazdığına göre elbette görünürde olmayan bir eksisi olmalıydı.
Buluşma yerine ablamdan ödünç aldığım arabayla gittim. Bilirsiniz biraz rötuş için makyaj malzemeleri, parfüm filan derken çantam biraz ağırdı. Arabayı iğrenç bir şekilde park edip, M'yi aradım. Tabi ki mükemmel ingilizcem iş telefonda konuşmaya gelince tıkandı. "Hi" "Where are you" "I am....I...me...you" derken AVM'nin bilmem kaçıncı girişinde birbirimizi bulduk. Daha doğrusu ben onu buldum. AVM'nin içinde olduğumdan ilk ben onu gördüm. Dışarıda beni bekliyordu. Telefonuyla uğraşıyordu. Fotoğraftaki kadar yakışıklı değil miydi? Fazla mı esmerdi? Biraz daha yaklaştım ve başını kaldırdı. Çekingen ve masum gülümsemesiyle bana ingilizce bir şeyler söyledi ve ben düşünme yetimi bir an için kaybettim. "Naber, nasılsın" gibi bir şey olduğunu tahmin edip gergin gülümsememle "Good" diyebildim. Beraber AVM'ye girdik. O çekingen bakışlarıyla gözümde tatlılaşmaya mı başlıyordu? Aslında fena da değildi. Mmm... Dövmeleri vardı. Bir kolunda dini inancıyla alakalı bir dövme, ötekinde ise insanların görünmez taraflarıyla ilgili olduğunu düşündüğüm bir dövmesi vardı. Kaslıydı(!). Onunla AVM içinde yürürken "Kesin hayal kırıklığına uğradı, beni beğenmedi" gibi cümleler beynime hücum ediyordu. Fakat sonra o öyle bir cümle söyledi ki ne düşündüğümü, nerde olduğumuzu filan unuttum.
"Aman tanrım, öyle güzelsin ki sana bakamıyorum bile!"
Gerçekten bana bakamayarak söyledi bu cümleyi, o şirin gülümsemesiyle... Kaslarının altında yumuşacık bir kalp yattığını düşündüm o an. Ve yine o an farkettim ki aslında buraya gelirken kendini beğenmiş, beynini kullanma gereği duymayan kaslı biriyle karşılaşmayı beklemiştim.
Bazen iki insan arasında yüksek bir elektrik akımı olur. Yan yana yürürken yanlışlıkla birbirine değen kollar veyahut parmaklar kıvılcım çıkartır. Sonra bir kramp eşlik eder bu akıma. Gülümseyen dudaklar raydan çıkmıştır. Gülümsemeler durdurulamaz olmuştur. Bildiniz mi? Onun kaslı kolları yanlışlıkla kollarıma değdiğinde yaşadıklarım tam da bunlardı. Tanrım, onun yanında nasıl yemek yiyecektim! Kesin elime yüzüme bulaştıracaktım barbekü sosunu. Kendimi rezil edecektim. Ama çok açtım!
Kendimi rezil etmedim. O ben yerken karşımda beni izledi. Arada bir anlamadığım birkaç cümle söyleyerek güldü. Simsiyah gözleri vardı. Saçları koyu kumraldı. Sakalları ilginç bir şekilde kızıl kahveydi. Turuncudan hallice... Dişleri mi bozuktu biraz? Ne önemi vardı, çok tatlıydı...
Açıkçası neler konuştuk çok hatırlamıyorum. Çok heyecanlıydım. Fakat düşünceleri beni etkilemişti. Beklediğimden fazla zekiydi. Hala bir eksisi yok gibiydi. Tanrım, makyajım kesin akmıştı! Kıyafetim fazla mı özensizdi? İşten geliyordum. Üstümde pembe renkli, üstünde siyah yazılar olan ve önünde ayakkabı bağcığına benzer bir detayı olan bir tişört vardı. Tişörtümü altımdaki lacivert sportif kumaş pantolonun içine sokuşturmuştum. O ise en sevdiğim kısa paça kumaş pantalonlardan giymişti. Ve üzerine tam oturmuş kısakollu bir bluz... Kaslarından söz etmiş miydim? Evet evet, tamam kızmayın.
Saat erken olmadığı ve emanet arabayla geldiğim için gitmem gerektiğini söyledim. O metroya binecekti. Metro girişine kadar ona eşlik etmeyi teklif ettim. Ayrılma saatini geciktirmeye çalışıyordum. Metro girişine varınca ikimizin de ayakları zıt yönlere gitmemekte direndi. Etrafıma bakındım. Yeni bir bahane arıyordum. İstasyonun sağ tarafında ufak bir patika vardı. Orayı işaret ederek çarpık ingilizcemle;
"Hadi biraz yürüyelim" dedim.
Yürürken önüme geçti ve bana bakar pozisyonda geri geri yürümeye başladı. Bana dünya üzerindeki tek kız benmişim gibi bakıyordu. Ona bakmak resmen gözlerimi acıtıyordu. Bana neden öyle bakıyordu? Gözlerim gözlerine denk gelince korkuyordum resmen. Aşık olmaktan mı korkuyordum? Onun bana aşık olmasından mı? Çok güzel bakıyordu... Şimdi düşününce, gerçek olmamasından korkuyordum sanırım.
Arada bir kendi kendine "Tanrım, gerçekten çok güzelsin" deyip, canı yanıyormuş gibi iç çekiyordu. Gözlerimin çok güzel olduğunu söylüyordu. Ne vardı ki gözlerimde? Ne fazla kirpiğim, ne de renkli gözlerim vardı. Simsiyah gözlerim ve seyrek sayılabilecek kıvrık kirpiklerim vardı. Hatta belki biraz şaşıydım. Kendimi hiç beğenmiyordum. Hala beğenmiyorum.
Bir yıl önce din değiştirdiğinden ve bir yıldır Türkiye'de olduğundan söz etti. Bu arada o küçük patikada bilmem kaçıncı turumuzdu. Ayrılmamız gerekiyordu, ayaklarımız "Bir tur daha!"diye ısrar ediyordu.
Sonunda ayaklarımız pes ettiğinde, bir süre birbirimize bakakaldık. Çok yabancıydı, yeniydi, heyecan veriyordu... Çok yakışıklıydı. Çok nazikti. Türk erkeklerinde hiç görmediğim kadar centilmendi.
Birden beni kendine çekti ve bana sarıldı. Kollarım ne yapacağını bilmeyen iki uzuvdu artık. Hala o an ne yaptılar bilmem. Ama kısacık bir süre bedenlerimiz öyle kaldı. Sonra bir filmdeki gibi birbirimize "Bye, bye" yerine sadece "Yakında görüşürüz" demeyi teklif etti. Gözden kaybolana kadar kaç kere "Yakında görüşürüz" dedik sayamadım. Hatta bana bakarken birine çarptı ve o tatlı gülümsemesiyle kahkaha attı. O güne dair aklımda kalan son kare o kahkahası.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AŞK ASLINDA
ChickLit"Sonsuza kadar benimle olacağına söz ver" dedikten tam anlamıyla 20 dakika sonra: "Seninle ben, birlikte olamayız. Ben seni aldatırım." Aşkın çivisi çıkmış.