M'nin bakışlarından kaçabilmek için bir bahane arıyorken fotoğraf makinemi çantamda unuttuğumu hatırladım. Elimi, zaten her zaman ağzı açık olan çantama daldırdım ve makinemi çıkarttım. Gözlemlediğim kadarıyla M fotoğraf çekmeyi seviyordu. İnternete koyduğu gün batımı fotoğraflarına bakarsak da, epey iyi sayılırdı.
Kameramı profesyonel bir fotoğrafçı edasıyla sol gözüme dayadım ve direk ağacın arkasına saklanmış King Charles'a odakladım. Çok iyi fotoğraf çekiyor sayılmazdım. Ama söz konusu şirin bir köpek olduğundan, kolayca güzel bir kare yakalamıştım. Çektiğim fotoğrafı gereksiz bir çocuk sevinciyle M'ye gösterdim. M "Bir kediye benziyor" diyerek omuz silkti.
"Sen çekmek ister misin?" dedim kamerayı ona uzatarak.
"Fotoğraf çekmek için makineye ihtiyacım yok. Telefonumla çekmeyi seviyorum." Göz kırparak pahalı telefonunu cebinden çıkartıp elinde iki kere salladı.
Farketmeden büzdüğüm dudağımı görmüş olacak ki birden iç çekti.
"Ah, ne kadar güzel olduğunu sana gösterebilsem..."
"Hiç inandırıcı değilsin." dedim Türkçe konuşarak. Beni anlıyor muydu emin değildim. Utançtan kızaran yanaklarımı onun o çekici bakışlarından saklamak için yeni bir bahane aradı gözlerim. Makinemi bırakarak kalkıp Charles'ın yanına kadar yürüdüm ve çime oturdum. Ürkek adımlarla yanıma yaklaşıp beni kokladı, artık rahatça kendisini sevdirebilirdi. Göz ucuyla M'ye baktım. Telefonuyla etrafı fotoğraflıyor görünüyordu. Oysa kalkıp yanıma geleceğini ummuştum içten içe. Hem kaçıyor, hem kovalıyordum. Ne yaptığımı bilmiyordum desek sanırım daha doğru olur.
Yaklaşık beş dakika kadar sonra M, dönmeyeceğimi anlamış olacak ki oturduğu yerden iç çekerek kalkıp yanımıza geldi. Sevincimi gizlemeye çalıştım.
"Bakalım onu sevmediğimi anlayacak mı..." diyerek elini Charles'a uzattı. Charles M'nin onu sevmediğini anlamaktan çok uzaktı. Belki de o da M'nin cazibesine kapılmıştı. M çok kısa birkaç saniye boyunca onun yumuşak tüylerini okşadı. Sonra kendini çimlere benim yanıma bıraktı. Charles resmen üzülmüştü. O güzel manzara kısa sürdüğü için ben de öyle...
İşte yine yanyanaydık. Sol kolumu azıcık kıpırdatsam onun sağ koluna dokunuyordu. Bu yüzden olabildiğince hareketsiz kalmaya çalışıyor ve muhtemelen komik görünüyordum. Konuşmanın faydası olacağını düşünerek yutkundum ve Türkleri sevip sevmediğini sordum.
"Türkiye'yi sevdim. Ama Türk erkeklerinin ciddi bir problemleri var. Kadınları obje gibi görüyorlar ve cinsellikle ilgili büyük bir zaafları var."
"Çok güzel özetledin...Peki ya, kızlar?"
"Burada kızlar bana bir objeymişim gibi bakıyorlar. Yabancı ve kaslı olduğum için benimle herşeyi yapabileceklerini sanıyorlar. Mesela geçen gün bir kız zorla dudağıma yapışıp "Benim ol" dedi. Ama ben bunlardan çok sıkıldım. Gerçek bir şey istiyorum. Ömrümü yanında geçireceğim insanı arıyorum. Sanırım bu yüzden bu kadar çok geziyorum. Ama Türk kızları romantik erkekleri sevmiyor. Ben fazla romantiğim. Ama kendimi değiştiremem, aşırı duygusalım. Bu yüzden kızlar çoğu zaman bana dayanamıyor."
Bunları söylerken yüzündeki ifadeyi görmemiş olsam, ciddi olmadığını düşünebilirdim. Dudağa yapışan Türk kızları, romantik olduğu için terkedilen bir erkek... Bunlar sadece filmlerde olur sanırdım. Biz Türk kızları, romantik erkekleri sevmiyor muyduk? Hayır, biz romantik erkek hiç görmemiştik. O yüzden de yadırgamamız normal sayılabilirdi. Bunu çarpık ingilizcemle M'ye de anlatmaya çalıştım. Ama o ikna olmamıştı. Bir anda o bahsettiği duygusal kişi oluvermişti. Bu konuşma ona hangi anılarını hatırlattıysa, onu mutlu etmediği kesindi. Ama benim aklıma takılan bir şey vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AŞK ASLINDA
ChickLit"Sonsuza kadar benimle olacağına söz ver" dedikten tam anlamıyla 20 dakika sonra: "Seninle ben, birlikte olamayız. Ben seni aldatırım." Aşkın çivisi çıkmış.