Ashton'ın bana son attığı mesajları umursamadan, bir haftanın ardından gururumu geride bırakarak ona mesaj attım. Saçma bir hayal uğruna...
Lily O'Connor: Hey
Ve bilgisayar ekranımın arkasına yarı saklanır bir şekilde gözlerimi, karşımdaki Ashton Irwin'e diktim. Bunun delice bir düşünce olduğunun farkındaydım ama bir kere aklıma girmişti işte, emin olmak zorundaydım.
iPhone'un klasik mesaj sesini duyduğumda kalp atışlarım hızlandı.
Cebinden telefonunu çıkarışını ve gözlerinde garip bir pırıltının oluşmasını izledim, neredeyse gözleriyle gülümsüyordu. Ama ardından o pırıltı hemen yok oldu ve Ashton Iwin'in yüzüne garip bir gerginlik yerleşti.
Ve kaçamak bir şekilde bana baktı.
Ona mesaj atmıştım. Ve bana bakmıştı. Her şey oturuyordu, değil mi?
Ya da sadece bir tesadüftü.
Benim Ashton'ımın nasıl da onu görmemi istemediği geldi aklıma. Bunun konusunun açılmasına bile dayanamamış ve benimle konuşmayı kesmişti. Bana hiç yalan söylemediğini söylemişti ama bununla birlikte, gerçekten bana söylediğinden farklı bir kişi olduğunu da itiraf etmişti aynı zamanda.
Ama gerçekten, benim Ashton'ım Ashton Irwin miydi?
Emin olmalıydım.
Göz ucuyla Ashton Irwin'i takip ederek bir yandan da ellerimi masanın altına sokarak mesaj attım.
Lily O'Connor: Naber?
Nefesimi tutup mesaj sesinin gelmesini bekledim. Bana çok daha uzun gelen bir üç saniye boyunca gözlerimi Ashton Irwin'e dikerek kulak kesilmiştim. Ve sonunda o klasik mesaj sesini duydum.
Dışarıdan bakan biri mesajın ona geldiğini bile anlamazdı ama ben biliyordum. Her hareketini, avını izleyen bir yırtıcı gibi adım adım izlemiştim: Ashton Irwin, önce telefonuna göz ucuyla bakıp kaskatı kesildi ve ardından da belli etmemeye çalışarak telefonunu sessize aldı. Bir süre hiçbir şey yokmuş gibi davrandıktan sonra ise küçük bir göz hareketiyle bana baktı.
Oydu. O olmalıydı. Küçücük bir şanstı bu ama başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? İki sefer mesaj sesini de duymuştum.
Kalbim tatlı temposundan sıyrılarak gittikçe hızlandı. Düşüncelerim, kafamın içindeki anlamsız bir uğultuyla birbirlerine karışmaya başlamışlardı. Ama tek bir şey netti.
Benim Ashton'ım, Ashton Irwin'di!
Ve beni bilerek yok sayıyordu.
Tüm bu zaman boyunca Ashton'ın yaşlı ve sapık bir adam olduğu, aslında kadın olduğu ya da en basitinden, görünüşünden mutlu olmadığı için benimle tanışmaktan çekindiğini düşünmüştüm. Ama karşımdaki Ashton Irwin'di. Ve emindim ki Ashton Irwin, kendisinin çirkin olduğunu falan düşünmüyordu.
Son göz göze gelişimizden beri, benim dik bakışlarımı ondan ayırmamama rağmen, o bu tarafa hiç bakmamıştı. Ama beni bilerek görmemezliğe geldiği de vücut dilinden açıkça anlaşılıyordu, ne kördüm ne de aptaldım.
Durumuma inanamaz halimin yarattığı o baştaki şaşkınlık, yerine öfkeye bıraktı.
Bir hışımla ayağa kalktım ve masanın üstünde ne var ne yoksa toparlayıp çantama attım. Hiçbir şey yapmayacaktım, gerçekten. Benimle konuşmak istemiyorsa, konuşmazdık elbet. Ama bu sinirli olduğum gerçeğini de değiştirmiyordu. Ya da sinirlenmekte haklı oluşumu...