Omzumda lise yıllarında hoyratça kullanıp eskittiğim çantam var. Her hızlı adımımda bacaklarımdan sekiyor. Ceketimin önü açık, sonbaharın sert esintisi terimi soğutuyor. Tek elimde sayfaları dağılmasın diye sertçe kavradığım defterim var. Üniversitenin kampüsünde deli gibi koşturuyorum. Birisi durdurup nereye gittiğimi sorsa verecek cevabım yok. Yalnızca kaçmak istiyorum.
Gözlerim kafeye takılıyor. Öğle teneffüslerinde kuyruğu ip gibi uzanan sıra bu sefer yok, tek tük dolu masaları. Alnıma düşen saçı kulağımın arkasına sıkıştırıp oraya doğru yürüyorum bu defa. Tam göğüs kafesimin altında ne yaptıysam geçiremediğim bir sıkışıklık var. Yeni değil, kendimi bildim bileli var ancak o gün daha bir kuvvetli sanki.
Kafenin kapısını aralarken ensemdeki tüyler diken diken oluyor. Kalbim bedenimden kurtulmak istermiş gibi daha sert atıyor. Biraz ağlamaklı, biraz korkağım. Olur bazen bana böyle, nedensizce. Altında başka bir sebep aramıyorum.
"Sıcak su alabilir miyim?" diyor biri. Daha önce duyduğuma eminim bu sesi. Derin ama kibar, neredeyse melodik.
Kafenin sıcak, kahve kokan havasını ciğerlerime çekerken kasada siparişini veren adama bakıyorum. O istemiş olmalı sıcak suyu. Uzun boylu. Zayıf, çok zayıf. Siyah yağmurluğu sıska omuzlarında inişini tamamlamış bir paraşüt kadar geniş ve anlamsız. Arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyorum ama başında koyu yeşil, örgü şapka var. Hava şapka takacak kadar soğuk mu diye düşünmeden edemiyorum.
Oturan insanların garip bakışları, kapının önünde dikilmemem gerektiğini hatırlatıyor bana. Her zaman kafamın içinde yaşadım bu hayatı. Her zaman gerçek hayat akıp giderken ben kendi düşlerime takılı kaldım. Ama tabii onlar bilmiyor bunu. Nutku tutulmuş bir şekilde şapkalı adamı izleyen bir kız görüyorlar. Uzaktaki masadan gülüşmeler işitiyorum ama benimle mi yoksa başka bir şeyle mi eğlendiklerini anlamak için fazla meşgul zihnim.
Beceriksizce elimdeki defteri çantama sıkıştırdıktan sonra sıraya geçiyorum. Botlarım her adımımda gıcırdıyor, saçım tekrar önüme düşüyor. Sonra sıra hemencecik bana geliyor. Zaten bir şapkalı adam bir de ben varız.
"Siparişinizi alabilir miyim?" diyor kasanın arkasındaki kız ama gözleri sıcak suyunu bekleyen şapkalıda. Ona hak vermiyor değilim, bakmak için başımı kaldırmam gerekmese muhtemelen ben de bakarım.
"Sıcak su?" diyorum ben de pek emin olamayarak.
Bu talebim şapkalının dikkatini çekiyor. Belki de geldiğimden beri onu izlediğimden artık emin olup sessizce gülüyor. Kulaklarıma kadar kızarıyorum elbette. Ama bana, ona bakmak için bir fırsat da vermiş oluyor bu hareketiyle. O kadar eminim ki yüzünün beni utandıracak kadar güzel olduğundan. Hiç tanımadım onu ama biliyor gibiyim.
Kasanın arkasındaki kız, iki bardak kaynar suyu tezgahın üzerine sertçe bıraktığında buluşuyor ilk defa gözlerimiz.
Gözleri gördüğüm en berrak mavi.
Lakin ilk defa görmüyorum bu gözleri.
Zapt edilemez bir ürperti, tüm bedenimi titretiyor. Şapkalı da fark ediyor bendeki garipliği. Soluk dudaklarındaki yarı gülümseme yerini düz bir çizgiye bırakıyor. Sormak istiyorum, sen de hatırlıyor musun beni?
"İyi misiniz?" diye soruyor adam, yarı endişeli. Ama burada kalıp benimle ilgilenmek istemediğin de her halinden belli. Fazla kibar. Hep öyleydi. Son nefesini verirken bile nazikti.
"Burada olmaman gerekirdi." diyorum. Sanki yutkunurken sesimi de yutmuşum, sorum derinlerden geliyor. Ama sen duyuyorsun. "Seni görmüştüm. Sen... ölmüştün."
Bir anda yüzü bembeyaz kesiliyor. "Burada olduğuma göre..." diye başlıyor ama cümlenin devamı gelmiyor. Onun da sesi derinlerde artık. Biraz alınmış, bir hayli de öfkeli. Kaşlarının arasındaki deri kırışıyor. Kaşlarının olmadığını öyle fark ediyorum.
Karıştırmış olabilir miyim, diye soruyorum kendime. Çok fazla insan görüyorum düşlerimde. Hepsi ölüyor, hepsinin yasını tutup birkaç ayda unutuyorum. Ama seni unutmadım. Hayır, kimseyle karıştırmıyorum da.
Bir ya da iki yıl önceydi. Daha yorgun, daha zayıftın o zaman. Şimdi şapkanın altına gizlemişsin ama dağınık, sarı saçların vardı. Belki televizyon karşısında belki de bir hastane yatağında, karanlığa teslim olmayı bekliyordun. Çaresizdin o gece. Çaresizdik.
Sen bu dünyaya veda ederken gökyüzünde asılı duran bulutların arasına gömmüştüm seni. Yasını tutmuştum. Hiç tanışmasak bile; üç gün boyunca ağlamıştım senin için, kaybettiklerin için.
Ama şimdi karşımdasın. Ölmüştün.
Tezgahtaki suyunu almadan, yüzüme tiksintiyle karışık bir öfkeyle son kez baktıktan sonra terk ediyor kafeyi. Adımları benimkiler gibi hızlı. Kaçıyor. Göğüs kafesimdeki ağırlık daha belirgin şimdi. Kendime gelemiyorum. Dahası, hiç kendime gelebilir miyim onu da bilmiyorum.
"O çocuğun kanser olduğunu biliyordun değil mi?" Tezgahın arkasındaki kızdan geliyor bu. Öfkeyle incelmiş sesi yüzlerce küçük iğne gibi tenime batıyor. Destek için en yakınımdaki tabureyi kavrıyor parmaklarım.
"Bilmi-" Kelimeler boğazımı sıkıştırıyor. Bilmiyordum ama tahmin edebilirdim.
"Çok acımasız bir şaka gerçekten." Kız devam ediyor ama artık sesi suyun altından gelir gibi. Birilerinin kolumdan tutup beni tabureye oturttuğunu hissediyorum.
"Şaka değildi."
"Normalde insanlara gidip öldüklerini söyler misin yani?" Bana inanmadığının farkındayım. Ben olsam ben de inanmazdım, suçlayamıyorum.
"Söylemem, genelde çoktan ölmüş olurlar." demek istiyorum. Dilimin ucunda. Ama bir ağırlık var ciğerlerimi sıkıştıran. Ve kocaman bir sır, beni geceleri ayakta tutan.
Çantamı alıp koşarak uzaklaşıyorum bu sefer. Tezgahın üzerindeki iki bardak sıcak su, çoktan soğumuş.
---
Mavi dururken yeni bir hikaye yazdım... İnanın utanıyorum ama kendime engel olamadım. Mavi için de ne zaman bölüm yazabilirim bilmiyorum. Bekleyen herkesten özür dilerim. Ama yarım kalmayacak, söz.
Kuzgun biraz daha paranormal bir hikaye. Özet geçeyim, kızımız rüyasında ölecek insanları görüyor. Oğlanımız da o insanlardan biri ama ölmemiş! Devamının nasıl olacağı hakkında en ufak bir fikrim yok, kimse okur mu onu da bilmiyorum. Şimdiden herkese teşekkür ederimm :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kuzgun
Teen FictionNe kadar inkâr etsen de, bir kuzgunun kömür karası kanatlarında gizleniyor geleceğin. O kanatlarını çırptıkça daha hızlı koşuyorsun. Sen ölüme meydan okuyorsun. Bense ölümün en yakın arkadaşıyım.