Bölüm 1

103 15 4
                                    

Camprich'in duvarları rüzgarı ne kadar kesiyor olsa da, kuzeyindeki Cornost'un karlı tepeleri ilk fırsatta kendini rüzgara kaptırıp gittiği yerleri de soğutmak için can atardı. Duvarların hemen ardındaki ilk sıra evler tüm soğuğu doğrudan yer, ardındaki sıralara daha nazik rüzgarlar bırakırdı. Çatılara açılmış bacalar ve içinden çıkan yeni yanmış odunun sıcaklığı, geçen rüzgara karışıp zaten kırılmış olan rüzgarı daha da ısıtırdı. Evin erkekleri gece ateşleri sönmemesi için belli aralıklarla -aslıbda uykuları izin verdikçe- kalkıp odunları ateşe atar, kadınları ise çocukların üstlerini açmadıklarından emin olurdu.

Henüz havalar soğumaya başlamıştı, bunlar geçiş aşamalarıydı. Kasımın sonlarına doğru, kar beklentisi içine girildiği kadar düşük sıcaklıkta, Camprich'in asil ve asıl birliği olan Ejderha Süvarileri surlara dizilir, ejderhaları göğü ısıtıp renklendirirdi. Naib şimdilik böyle bir şeye gerek görmemişti. Aslında şu an halkını düşünebilenebilecek halde değildi. İlgilenmesi gereken çok daha önemli işleri vardı. Daha savaşın üzerinden iki gece geçmişti. Büyücüler ve Muhafızlar'ı, kralın korumaları, Camprich'in süvari birliği ve binlerce asker ölmüştü. Hepsinden önemlisi, tahtın asıl sahiplerinden, Thurpagon hanedanından kimse hayatta kalmamıştı. Sırf ejderhası yüzünden dışlanan varis Archanger, sonunda tahtını almak için geri gelmiş ve bu uğurda yanında ve karşısında savaşan binlerce kişiyle birlikte iki gece önce düşmüştü. Hem ejderhasının rengi yüzünden korkulan, hem de tahtı sürgün bir prens için savunan bir naib olarak hem halkı tarafından korkulak sevilmeyen, hem de dış tehditlere karşı açık hale gelen naib Crangor Theron, eski odasının bakımsız kapısı gıcırdayarak açıldığında düşüncelerinden sıyrılıp gerçeğe döndü.

Camdan dışarıyı, Camprich halkının ısınmak için yaptığı uğraşları, şehrin üzerini kaplayan dumanları izleyen Crangor camdaki yansımadan kapısını görebiliyordu. Gelenin kim olduğunu en başından beri bilse de, kendi gözleriyle görmek daha güvenilirdi.

"Süvariler isyan bayrağı çekmek üzere, hükmümüzü kabul etmeyecekler." Crangor uzun bir süre sessiz kaldı. Kuyruk sokumunda tuttuğu ellerini önüne alıp geniş penceresinin önündeki mermere yaslandı. Her nefesinde önündeki cam biraz daha buğulanıyor, odadaki şöminenin sıcaklığıyla ikinci nefes gelmeden neredeyse eski halini geri alıyordu. Crangor başını eğdi. Hayatı boyunca bu sorumluluğun bilincinde, bugünün geleceğini bilerek hazırlandı ama şu an bunu kaldıramıyordu. İki gündür bırak uyumayı, yaslanmanın bile yakınından geçmeden kalan tüm gücüyle uğraşıyordu. "Boş ver Walcomir," dedi yorgun ve bitik bir sesle ve ekledi. "Gerçekten boş ver." Walcomir anlamamış gözüküyordu, boğazından belli belirsiz bir ses çıkarttı.

Liderleri ve dostları Archanger yanlarında olmadıkları her anda her türlü karar ve komuta yetkisi koşulsuz Crangor'a geçerdi. Zaman zaman Archanger'den bile daha bilge olan Crangor, şu an içinde bulunduğu naib pozisyonuyla da yine bu yetkilere sonuna kadar sahipti. Değerli dostuna açıklama yapma ihtiyacı duymaktan ziyade içini dökmek istiyordu. Uzun bir süre camdaki yansımadan dostunu izledi. Bu konuşmayı yapıp yapmamak için uygun zaman olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Sonunda konuşmaya başladı ve çocuksu sesi iyice çatladı. "İsyan edip gitmeleri şehri savunmasız bırakır, ama isyan edip bizi uykumuzda öldürmemeleri için hiçbir sebebim ve itirazım yok."

Tüm hayatları boyunca tek bir amaç için uğraşan, tek bir görev için varlığını sürdüren ve başarısız olan dostlar gözlerini birbirinden kaçırdı. Herkesten çok Walcomir, dostunu koruyamamış olmanın acısını yaşıyor ve içten içe kendini parçalıyordu. Her fırsatta kendisine, ustasına ve en değerli dostu Archanger'a hayatı pahasına onu koruyacağını söyleyen, yeminler eden Walcomir çığlık çığlığa ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Şu an olmazdı. Şu an kalan dostlarının ona ihtiyacı vardı ve şimdi pes ederse diğer dostlarının ölümünü de onurlandıramazdı. Boğazının düğümlendiğini hissettiğinden konuşmadan önce birkaç kez yutkundu. Yutkunmadan konuşsaydı kesinlikle gözyaşları yanaklarından kayacaktı. İzin vermedi. "Kralların töreni bitmeden kimse bizi öldürmeye yeltenmeyecek, biliyorsun." Crangor başını salladı. Walcomir haklıydı. Thurpagon soyundan üç kişi, yaşayan son üç kişi, son nefeslerini birkaç dakika arayla vermişti. Hiçbirine henüz uygun bir tören yapılamamış, taht konuları henüz gündeme gelmemişti. "Bedeni ne oldu," diye sordu Crangor ürkekçe. "Sırtında bir delik kaldı ama vücudunun geri kalanı bıraktığımız gibi" ikisinin de gözünde Kral Archanger'in son hali canlandı: Camprich'in alev tahtına oturmuş, siyah pelerini tahtını saran, duvara saplı alev alev kılıcının solgun ışığında gülümseyen Kral Archanger... Saçları önüne düşmüş, dudakları çatlayıp kurumuş Kral Archanger... "Sancester ne oldu," diye sordu naib. Aslında hepsinden haberi vardı ama belki ilgilenmediği, ilgilenmesi gereken başka şeylerle uğraşması gerektiği anda bir değişiklik olmuştur, düşüncesiyle soruyordu. "İkisi de törene hazır." Walcomir geçiştirmişti. "Bizimkiler hazırsa Muhafızlar'ı da hazırlamanı istiyorum," dedi Crangor. Walcomir başıyla selamladı ve gıcırdayan eski kapıyı tekrar açarak dışarı çıktı. Gıcırdama bitip  kapanma sesi de duyulduğu anda Crangor uzun bir süre başkasının gelmeyeceğinden emin oldu ve gözyaşlarını daha fazla tutmadı.

Walcomir ve Crangor her zaman zayıftı. İkisinin de güçlü bir iradesi, destansı dövüş hünerleri yoktu. Onların tüm başarıları, dostlarına duydukları sadakatten geliyordu. Archanger'in, "Hadi o zaman," dediği ve sadece beş kişinin ordulara kafa tuttuğu zamanları düşünmek bile bu sonsuz sadakati kanıtlardı.

Güneş doğmak üzereyken şehri kaplayan dumanlar yavaş yavaş azalıyordu. Sabaha doğru kimse kalkmayı ve tatlı uykusunu bölmeyi sevmiyordu. Bu yüzden herkes eşine veya battaniyesine iyice sarılır, güneşin camdan girip evlerindeki ateşin yerini almasını heyecanla beklerdi herkes. Elbet uyumayanlar da vardı. Şehir bekçileri, nöbetçi askerler, gece avına çıkan halk ve tabii ki dostlarının, kocalarının, babalarının yasını tutan binlerce kişi... Rainen de bunlara dahildi.

Rainen çoğu zaman serseri sayılabilecek biriydi. Tüm hayatı yemek, kadınlar ve tekrar kadınlar üzerine kuruluydu. Birçoğuna göre Archanger'a katılması da sırf yemek yiyip kadınlarla eğlenebilmek içindi. Kralın yaveri olarak rahat bir hayat sürebilirdi. Hem kan dikmeyi de severdi ve Archanger'in etrafında da bolca kan dökülürdü. Yine de dostluğundan kimse şüphe etmezdi. Asıl şüphe edilen, ejderhasına olan sevgisiydi... ustası Galapagos'un Rainen'den bahsederken kullandığı bir söz vardı. "Dünya üzerinde yürümüş ejderhasını en çok seven kişidir." Bunu bildikleri için ejderhası ile Arch arasında bir seçim yapması gereken günün asla gelmemesi için edilen dualar, eski din rahiplerini bile kıskandıracak sıklıktaydı. Daime rekabet halinde olduğu diğer dostu Sancester ile ölüme defalarca çelme takmış, her seferinde kanlı kılıçlarını zafere kaldırmışlardı. Crangor'un hala anlam veremediği gerçek ise Rainen'in çok sevgili, yere göğe sığdıramadığı ejderhası Syclaes'i Sancester için feda etmiş olmasıydı. Kendi canını bile Syclaes için defalarca ortaya koymuş, ama Sancester için bir an bile düşünmeden feda etmişti. Hatta Sancester kollarında ölürken ejderhasının son nefeslerini dahi umursamamıştı. Crangor bunun ileride ciddi bir sorun yaratacağını ve Rainen'in daha şimdide değiştiğini adı gibi biliyordu. Kaçınılmazdı. Gidip nasıl olduğuna bakmalıydı.

Odasından çıktı ve sarayın boş koridorlarından geçti. Her adımı yankılanıyor, henüz güneş yeteri kadar yükselmediği için meşalelerin ışığında yön buluyordu. Önce odasına bakmayı düşündü ama Rainen'i biraz tanıyorsa -ki, tüm hayatları birlikte geçmişti- odasında olmadığını söyleyebilirdi. Talim alanına bakmak için yola koyuldu.

Camprich'in birden çok talim alanı vardı. Kapı nöbetçileri sıkılmasın diye şehrin kapılarının yakınlarındaki alanlar, ordunun asıl eğitim gördüğü alanlar, kraliyet sarayının bahçesindeki kralı ve ailesini eğlendirmek için yapılmış alan... Hangisine bakması gerektiğini bilmiyordu. Başka bir anda olsalar ejderhası Dreth'i kılıcından çıkartıp saniyeler içinde nerede olduğunu bulabilirdi ama şu durumda, halk çekinirken ve savaşın kalıntıları hala dururken siyah bir ejderhayı şehrin üzerinde gezdirmek fikri hoşuna gitmiyordu. Sadece yürüdü. Nereye ve niye gittiğini bilmeden, bedeninin yorgunluğunu hissedemeyecek kadar yürüdü. Sarayın içinde onlarca tur attı, arada bir önünden geçtiği pencereden güneşin konumuna bakıp saati tahmin etti ve yürümeye devam etti. Yapacak başka onlarca önemli işi vardı ama şu an ne zamanıydı, ne de kafası bunlarla uğraşacak kadar düzgün çalışıyordu. Çocukluğunun ilk yıllarını geçirdiği ihtişamlı saraydan ve geriye kalan anılarından ayrılma vakti gelene kadar yürüdü. Bu zamanın nasıl ne ve zaman geleceğini bilmiyordu ama bunu keşfedene kadar yürümek ona göre en iyisiydi. Kendini toplamalı, geçmişinden arınmalı ve sorumlu olduğu halkına karşı görevini yerine getirecek kafada olmalıydı. Saatler süren yürüyüşü sırasında birkaç saray çalışanı ve asker onu görse de, bir şey demedi. Onu gören yolunu değiştirdi ve tekrar yoluna çıkmamak için çoğu odasından bile çıkmadı. Sonunda Walcomir onu bulduğunda güneş tepeye ulaşmıştı. "Hala uyumadın mı," diye sordu. Elini Crangor'un yanağına koydu, ateşi olup olmadığına bilmesi gerekiyordu. Walcomir bilgisiz olabilirdi, aklı bazı şeylere ermezdi ama asla düşüncesiz, kindar biri değildi. Daima dostları önce gelirdi. Şimdi de Crangor'u düşünüyor, naib olarak onun ilgilenmesi gereken çoğu şeye kendisi koşturuyordu. "Sen uyuyabildin mi ki," diye tersledi Crangor. Walcomir cevap vermeden konuya girdi. "Şehrin dışında başka ceset kalmadı, her şey hazır. Töreni bu akşam yapalım, diyordum. Senin için de..." Crangor cümlenin sonunu önemsemiyordu. "Evet, bu gece iyi olur." Walcomir bu gece için hazırlıkları yönetmeliydi ama dostunu da bir başına bırakmak fikri artık daha da rahatsız ediciydi. Hiç sağlık gözükmüyordu. Yapabileceğini düşündüğü en iyi şeyi ve içinden geleni yaptı. Hızlı bir adım atarak kollarını açtı ve dostuna sarıldı. İkisi de günlerdir yıkanmıyor, savaşın tüm izlerini üzerlerinde taşıyordu ama sızlayan burunları ikisi için de çok önemli değilmiş gibiydi. Crangor tam da ihtiyacı olan bu sarılma için teşekkür edercesine dostuna sıkıcı sarıldı. İkisi kısa olmayan bir süre boyunca öyle kaldı.

Archanger Destanı: Üçüncü KısımHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin