Hıçkırıkları tiz çığlıklarını bastırırken "Levent!" diye seslendi. Çektiği acının bir tarifi yoktu, sanki bütün kemiklerini aynı anda kırıyorlarmış gibi hissediyordu. Farklı koşullarda canı bu kadar yandığı için öfkelenebilirdi, ama o an hissettiği tek şey sabırsızlıktı. Bu acının bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyordu. Bebeğiyle tanışmak için sabırsızlanıyordu. Oğullarını kucağına aldığında Levent'in yüzünde belirecek ifadeyi görmek için sabırsızlanıyordu. Oysa daha gözlerinin önünü göremiyordu; kirpikleri ıslak, görüşü bulanıktı. Canı çok yanıyordu. Terden yapış yapış olan saçlarını alnından çekerek Rusça bir şeyler söyleyen hemşireyi duymaya çalıştı. Duyamıyordu. Birinin elini tuttuğunu hissetti. Levent miydi o? Onun sesi miydi bu? Ne diyordu, 'sevgilim' mi diyordu? Ah Levent... Nasıl güzel 'sevgilim' diyordu. Aniden gelen yeni bir sancıyla tekrar çığlık atarken elini bırakmamasını söyledi ona.
Elimi bırakma, diyordu.
Beni bırakma.***
Selin'in uykuya daldığını fark ederek kendi odasına dönüşünün üzerinden henüz üç saat geçmişti ki kapının vurulma sesiyle uyandı. Onu bu saatte rahatsız eden her kimse kahvaltıya beklenildiğini söylüyordu. Yattığı yerden doğrulup kızaran göz kapaklarını ovuşturdu. Erken kalkmaktan nefret ediyordu. Kahvaltıya indiğinde ise günün en büyük sürprizinin bu olmadığını öğrendi: Şirkete gidecekti.
Tüm planları alt üst olmuş, Recai ile konuşup harekete geçme planları yan yatmış ve tüm bu emrivaki genç adamı delirtmişti. Kahvaltı masasında içten içten bu duruma söylenerek dedesi ve Volkan Bey'e daha önceki çalışmalarından ve iş hayatından bahsetti. Dedesinin ifadesinden hiçbir şey anlamazken Volkan Bey'in bakışlarında güven telkin eden bir şeyler görüyordu. Cüneyt için son derece gergin geçen kahvaltının ardından tekrar kaldığı odaya çıktı ve ne zaman ütülenip hazırlandığını bile bilmediği takımlarından birini aceleyle üstüne geçirdi. Anlaşılan oydu ki, o az önce kendisine yöneltilen sorulara cevap vermekle uğraşırken birileri çoktan valizini bulmuştu. Sabahın en erken saatlerinde dahi yelekli takımlarından ödün vermeyen dedesinin kolunda bandana, sırtında eski bir tişörtle şirkete gitmesine izin vermeyeceğine emindi ve gitmeden evvel "Hadi sana yeni bir şeyler alalım." muhabbetine girmeyi hiç mi hiç istemiyordu. Bu yüzden St. Petersburg'a giderken valize ne olur ne olmaz diye attığı takım elbisesini giyerken hiç şikayet etmemişti. Fakat bunun neticesiyle de şirkete vardığında yüzleşmek zorunda kaldı. Dedesinin, özellikle o ülke dışındayken, şirketteki sağ kolu olan Mine üstündeki takımı şöyle bir süzerek "Ben de haftaya eve bırakmalarını söylemiştim, ama siz halletmişsiniz bile." deyince Cüneyt önce genç kadının neden bahsettiğini anlamamış, sonra yüzüne tokat gibi inen "Üstünüzdeki takımı Fikirtepe'den almadınız ya Cüneyt Bey?" cümlesi ile kendine gelerek yüzüne zoraki bir tebessüm oturtmuştu.
"Evet, halloldu işte bir şekilde."En azından ortalama bir şey almalıydın seni salak!
Mine'nin ses tonundan, kendisinden hoşlanmadığını anlaması da zor olmamıştı. Yirmili yaşların ortasını yeni aştığı aşikardı, bu yaşta böylesine büyük bir şirkette yönetici asistanı olması da yüksek ihtimalle yaptığı pek çok fedakarlık neticesinde elde edilmiş zor bir başarıydı. Haliyle yıllar sonra ortaya çıkıp, sözüm ona, hazıra konan bir genç adam hakkındaki düşünceleri de pek sevimli şeyler değildi. Üstüne gitmedi Cüneyt, anlamamış gibi davranıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FİRAR
FanfictionKendinden kaçarken aşka yakalanan bir adamın ve kendini ararken aşkı bulan bir kadının, Selin ile Cüneyt'in hikayesi.