Bölüm 2

367 4 0
                                    


ASİYE

Marie ve Stefan. Beyaz tenleri, mavi gözleri, kontrollü tavırları ile -koyu kıvırcık kafası yüzünden Stefan hariç- ikisi de tepeden tırnağa Almandı. Onlar; ülkemizdeki sanatkar arıların ürettiği eşi benzeri bulunmayan Anzer Balının sırlarını çözmek ve üzerinde araştırmalar yapmak için Frankfurt Üniversitesi tarafından topraklarımıza gönderilmiş yüksek lisans öğrencileriyken, Onur, Tuna ve Mehmet Emirse yöresel müzikler üzerine İstanbul'da sergilenecek, Trt'nin de desteklediği dev bir organizasyonun Karadeniz ayağı için buradaydılar.

Onur 22 yaşında olmasına rağmen aşırı yetenekli olduğundan büyük jüriye kendini kabul ettirmeyi başararak keşif grubuna dahil olmuş tatlı bir genç adamdı. Kısa saçlarının meydana getirdiği boşluğu sarışın sakalları kusursuzca doldururken onu inanılmaz çekici yaparak bütün kızların ilgisini üzerinde toplamasına neden oluyordu.

Tuna için aynı şey söylenemezdi. O daha soğuk ve tedbirliydi. Kızların ilgisini önemsemiyordu sanki. Kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasında parıldayan ela gözleri her an öğrenilmesi gereken bir şey ortaya çıkacakmış gibi tetikteydi. Ve Onurun aksine Cem yılmazınkine benzeyen küpesi yalnızca bir kulağındaydı. Açıkçası bir asistanın tasvirini yapmak isteseydim bu kesinlikle Tuna olurdu. Sadece yüzüne bakınca bile Mehmet Emir Aslan'ın ne kadar zeki ve doğru kararlar veren bir adam olduğunu anlayabiliyordunuz. Çünkü Tuna tüm mükemmelliğiyle; bay karizmanın kişisel bilgisayarı gibi bir şeyiydi.

Son olarak elbette Mehmet Emir Aslan vardı. En az ismi kadar destansı biri. Müzik konusunda ulaştığı başarıyla otuz yaş gibi çok genç sayılabilecek bir yaşta profesör olmuş, ülkemizde ses getiren her türlü müzikalde imzası bulunan başarılı bir müzisyen. Söylentilere göre çaldığı enstrümanların sayısı bilinmiyormuş. Naif ve cesur besteleriyle tanınmasının yanı sıra beslendiği duygulardan derlediği en içsel halini kelimelere dökme konusunda da oldukça iyi. Kısaca harika görüntüsü, yetenekleri ve zekasıyla kendisi; dünyada ülkemizi başarıyla temsil ederek adından söz ettirmiş tescilli bir deha.

Ağzım açık bir şekilde, üzeri bir sürü tabak çanakla dolu ahşap masanın kenarında duran tabureye tünemiş ve bana tüm bu dedikoduları tutkuyla aktarırken halamın misafirlerimiz için özenle seçtiği yeşil üzümlerden aşıran kardeşimi hayretler içinde izliyordum. Aynı zamanda, aynı mekanda bulunduğumuz göz önüne alınınca edindiği istihbaratın derinliği ve boyutlarını kafamda bağdaştıramamak ürkütücü geliyordu. Gerçi bu yeni keşfettiğim bir özelliği değildi. Çoğu zaman böyle olması beni gerçekten sinirlendiriyordu ama bazen berbat derslerine rağmen gıybete olan yatkınlığını araştırmacı bir ruhu olduğuna yorup "Belki de günün birinde gazeteci olur?" diye kendimi avutarak azıcık olsun rahatlıyordum.

Şuan için değil tabi ki de. Çünkü onu buraya; biraz çalışıp hayalini kurduğu iphone'u ailemize yük olmadan alabilmesi için getirmiştim. Bahçenin en seçkin üzümlerini yerken kendini kaybedercesine dedikodu yapması için değil. Ama anladığım kadarıyla paylaştığımız odanın duvarlarını Yusuf'a aldığım bilgisayarın resimleriyle kaplayıp beni protesto ettiği günden bu güne, maddi olarak destek olmama konusunda aynı inadını sürdürüyordu.

Aniden bu durum çok yorucu gelmeye başladı. Mısır ununa bulanmış ellerimi musluğun altına tutup üzerime sildim ve bıkkınlıkla iç geçirirken kalçamı tezgaha yasladım.

"Zehra tabakları masaya dizmeye ne dersin?" diye sordum. Söyledikleri umurumda değilmiş gibi davranmaya çalışıyordum ama o bu konuda benden daha iyi sayılırdı. Umurunda değilmiş gibi yapmaya çalışma konusunda değil, söylediklerimin hiçbirini cidden zerre kadar umursamama konusunda.

ASİYEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin