Güneşin batışının üstünden saatler geçmiş ancak akşam yerini henüz geceye bırakmıştı. Gece neydi? Hani güneş battıktan sonra bile gökyüzü biraz loş kalır, bir odaya girersin ışığı yakıp yakmama konusunda tereddüde düşersin ya, işte o vaktin çok ötesindedir gece. Ya da gün bittiği an gece başlar ama biz ona akşam deriz. Akşam gecenin bir bölümüne kadar devam eder sonra biterdi. İşte tiyatro bitmiş, geriye sadece gece kalmıştı. Oyuncuların bir ikisi hariç hepsi öğrenciydi. O bir iki kişi de kısıtlı rollerde görev alan öğretmenler yahut okuldan daha önce mezun olmuş başka öğrencilerdi. Yönetmen de okulun hocalarındandı ve bu gençlerle iyi bir iş çıkarmıştı. Şimdi verdiği yemek sözünü tutmak üzere bir lokantaya gidiyorlardı. Lokantanın ön cephesi oldukça eski ve vasat görünümlüydü ancak içeri girdiklerinde hemen her yerde görülebilen şık doğramalar, taklit olmayan, gerçekten eski ahşap malzemeler dikkatlerini çekmişti. Hatta arka bahçesinde içinde kuğu kadar uzun boyunlu beyaz ördeklerin dolaştığı yapay bir gölet bile vardı. Sadece duvar kenarındaki küçük masalarda bir iki kişi tek başına ya da arkadaşıyla oturuyor, öteki bütün masalar boş görünüyordu. Birbirine ek yapılan üç büyük masa bu kalabalık gruba ancak kâfi gelmişti. Masa örtüleri, müşteriler sandalyelere oturmaktayken çabucak temizleriyle değişildi. Çeşit çeşit salatalarla masa donatıldı. Sonra verilen siparişlere göre yemeklerde sırasıyla gelmeye başladı. Kimisi öyle acıkmıştı ki çekinmeye gerek görmeden oradan buradan atıştırıyordu. Kısmet içeriye bir garsonun peşinden yaşlı ufak tefek bir adamın girdiğini gördü. Yaklaşık iki üç adım öteden gelen konuşmaları, masada yapılan yüksek sesli, bol kahkahalı konuşmalara ve tabak kaşık seslerine rağmen gayet iyi duyuyordu. Garson adama dönmüş ve “İşkembe içer misin?” diye sormuştu. Yaşlı adam elinde tuttuğu takkesini hamur gibi yoğururken “O da olur… Fasulye de olur.” dedi. “Tamam, sen şurada otur, ben az sonra geliyorum.” Garson arkasını dönüp giderken gülümsedi. Besbelli adam işkembeyi sevmiyor ama bedava alacağı yemeğe nankörlük yapmak istemiyordu. Elinde bir tabak çorba ve bir sepet ekmekle döndü. “Fasulye kalmamış, mercimek getirdim.” dedi. “Allah razı olsun!” Birbirlerini uzun zamandır tanıyan grupta hocalar, öğrenciler koyu bir muhabbete dalmıştı. Kısmet yalnız Nil ile konuşuyordu. Öteki herkesle provalarda bir merhabası vardı o kadar. Hiçbirini iyi tanımıyordu. Beklenmedik bir anda Nil ile Kısmetin arasına bir baş girdi. Genç bir çocuk Nil’e, “Nil, bu hanımın tiyatrodan olduğunu sanmıyorum. Bizi tanıştırmayacak mısın?” dedi. Kısmet çocuğun Nil ile olan samimiyetine, ukalalığına şaştı. “Tabii.” dedi Nil. “Kısmet, bak bu Serhan. Daha önce sana bahsetmiştim. Oyun yazarımız.” Kısmet önce cevap vermedi. Sonra: “Öyle mi, hay Allah! hiç hatırlamıyorum bahsettiğini…” “Bana söylemeniz gereken bir şey yok mu?” dedi Serhan, Kısmet’e. “Hayır, neymiş o?” “Memnun oldum türünden bir şey.” Pek doğru değil ama memnun oldum.” Nil sinirlenmeye başlamıştı. Fısıldar gibi, “Kabalık ediyorsun Kısmet.” dedi. Neyse ki Serhan bunu fark etmiş olacak ki lâfı olabildiğince uzun tutma hevesiyle başladı konuşmaya. Nil onun Kısmet’e her zamanki hikâyelerinden birini dizeceğini düşünüyordu. “Mavi saçlı çocuğu bilir misiniz?” … “O zaman mavi saçlı çocuğun taktığı kırmızı bereyi de bilmiyorsunuzdur.” “Mavi saçları olan bir çocuk mu?” diye sordu Kısmet. “Evet, bir çocuk.” “Saçları maviyse kırmızı bereyi neden takıyor, yoksa çocuk Noel Baba’nın oğlu mu?” diyerek dalga geçti tekrar ve kendi yaptığı espriye bir tek kendisi güldü. “Nasıl takmasın, kırmızı bere onun geçmişi. Geçmişi unutursa kötü şeylerin tekrarlanacağından korkuyor. Kırmızı bere acı olayların sembolü.” “Saçları neden mavi, o neyin sembolü.” “O masmavi saçlar geleceğinin güzel olacağını vaat ediyor. Kırmızı bere ne kadar kan kırmızı olursa olsun bir gün eskiyecektir değil mi? Ama mavi saçlar, kessen bile yeniden uzar.” “O zaman korkmasına gerek yok. Geleceği güzel olacak.” “Belki de… Fakat o hayal ülkesinin insanları da tıpkı çocuğun saçları gibi renkli. Her gün başka bir renge giriyorlar. Çocuk, o insanların geçmişi unutmasından korkuyor.” Serhan’ın sohbetinden hoşlanan Nil atışmalarını takip etmiyordu artık. Kısmet için aynı şey söylenemezdi. “Eeee!” dedi Kısmet. “Eeesi, belki kişilikleri böyle, belki de zorlukların verdiği bir zorunluluk.” Kısmet lâfın sonunu bekleyemedi. Duymayı beklediği sözler değildi bunlar. Doğrusu çocuktan da hiç hoşlanmamıştı. Kendini beğenmiş, burnu havada biri gibi gelmişti. Konuşmak dahi istemiyordu. “Ne demeye çalışıyorsun?” dedi birden yüksek sesle. Herkes susup onlara baktı. Serhan sinirli bir şekilde doğruldu. “Sadece şunu söylüyorum. Mavi saçlı çocuğun etrafında güzel kızlar da çoktur, çirkin kızlar da.” Umursamaz bir tavırla arkasını dönüp, masanın diğer ucundaki yerine gitti. Ne demek istemişti şimdi bu. Çirkinsin demişti …ya da hayır, tersini söylemişti. Kızın içi içini yedi. Çocuk kendisine hakaret etmiş gibi geldi. Bu ukalaya haddini bildirmek, yine de manasını çözemediği şu son sözün aslını öğrenmek istiyordu. İşe yarayacağını söylemiştim. Kısmet, Serhan’ı terslediğine bir anda pişman oluyor. Şimdi gururunu kurtarmanın peşine düşüyor. Bölüme başlamadan önce hatırlatayım, şu an yüz yıldır hayatımızdaymış gibi görünse de, 1998 yılında cep telefonu pek yaygın değildi.
![](https://img.wattpad.com/cover/132867158-288-k94828.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Ülke - Atahan Başaran - Birinci Bölüm
Fanfiction"Bu kitabı yazmaya başladığımda lise ikinci sınıfı yeni bitirmiştim. Okuldan nefret ediyordum. Yaz bittiğinde okula dönmek yerine başka bir dünyaya gitmeyi tercih ederdim. Başka bir dünyadaki başka bir ülkeye... Bu kitapta o dünyayı yazmadım ama o d...