Not= Arada zaman atlaması olduğu için tarihi olarak hatalar olacak. Bu sizi rahatsız eden bir şeyse okumayın. Baştan uyarımı yaptığıma göre başlayalım.
Gecenin karanlığına rağmen saçlarında güneşi, gözlerinde mavi gökyüzünü taşıyan genç kadın telaşlı adımlarla yürüyordu ıssız sokakta. Her yanında gezinen Yunan askerlerinden dolayı tekinsiz olan İzmir sokaklarında, sürekli arkasını dönerek etrafa bakınıyordu. Sonunda kolayca kırılabilecek tahta bir kapıya sahip eski evin önüne gelince önce nefeslendi ve sonrasında kapıya birkaç kez vurdu. Ayşe Hanım'ın kapıyı açmasını beklerken bir an gözleri gökyüzüne takıldı. "Gökyüzünde ne zaman bir Hilal görsen, o vakit benim de seni düşündüğümü bileceksin." demişti toprak gözlü adam. Aradan altı yıl geçmiş olmasına rağmen sözünü tutuyor muydu acaba?
Bir yanı şu anda onun aklında, kalbinde olmak istese de diğer yanı bu zulme razı gelemiyor, onun mutlu olmasını umuyordu. Zaten kendisini neden beklesindi ki bunca vakit? Çoktan unutmuştu belki de. Ablasının da dediği gibi, onun için basit bir İzmir macerası olarak kalacaktı. Belki de basit bir macera olacak kadar bile yer edinmiyordu zihninde. Hayatına bir güzel devam ediyordur, güzel bir hanımla ya da hanımlarla. O an içini kıskançlık duygusu kaplasa da sonrasında çoğu zaman da olduğu gibi yerini hüzne bıraktı. Devam etmeyecekti de ne yapacaktı? Hem o Atina'ya dönerken kendisini çağırmamış mıydı? Kendisi gitmemişti. Lakin nasıl gitsindi? Gitmek isterdi elbette lakin... Lakinler çoktu işte! Lakinler yüzünden keşkelere hapsolmuştu.
Böyle düşüncelere dalmışken karşıdan her şeye bedel, bu hayattaki tek tesellisi koştu kendisine doğru. Sevdiği adamın giderken ardında kendisine aşkı dışında bıraktığı tek şey, yegane varlığı, oğlu...
"Anneee!"
"Umut!"
Kollarına koşan, kucağında minicik kalan oğlunu sımsıkı sardı. Saçının rengi, gülünce kısılan gözleri, yüz hatları, kokusu her şeyiyle onu andırıyordu. Bazen ona baktıkça ağlamak gelse de içinden çoğu zaman oğluyla hasret gideriyordu.
Kafasını kaldırdığında kendilerine şefkatle bakan Ayşe Hanım'ı görünce minnetle gülümsedi ve oğlundan ayrılıp ayağa kalktı. Elbette bu küçük afacanın elini tutmayı ihmal etmeden.
"Ayşe teyze, vallahi sen olmasan ben ne yapardım, bilmiyorum. Allah razı olsun. Çoğu zaman Umut'u sana bırakıp kalıyorum nöbete."
"Aman kızım, zaten yalnızım. Umut evde bana bir ses, bir arkadaş oluyor. Hem yaramazlık da yapmıyor. Hatta keşke her gün hastanede nöbete kalsan!" dedi yaşlı kadın ufak bir kahkaha atarak. Bu sırada Hilal kafasını kaldırmış kendisine masum masum bakan oğluna gözlerini kısmış bakıyordu. "Onun yaramazlığı bir tek bana zaten!"
Umut diğer eliyle de annesinin eline yapışıp "Ama anne, sen kızınca yüzünde çok tatlı bir ifade oluşuyor." deyince Hilal'in her vakit kalbinde olan adam yine aklına düşmüştü. Annesinin bakışlarının buğulandığını gören Umut, sebebini bilmediği için suçu kendisinde bularak, hatasını telafi etmeye çalışarak "Tabi gülünce ayrı bir güzel oluyorsun." diye sözlerini devam ettirmişti. Oğlunun çabasını gören Hilal anında gülümsemeye başlamış ve Ayşe Hanım'a bir kez daha teşekkür ettikten sonra eve dönmek için yürümeye başladılar.
Altı yıl önce Leon, Atina'ya dönmeden birkaç gün evvel aşklarına yenik düşmüştü ve birbirlerine tamamen mağlup olmuştu iki aşık. Sonrasında ise Vasili'nin idamıyla beraber işler karışmıştı. Leon gittikten bir müddet sonra gebe olduğunu öğrenmiş ve ne yapacağını şaşırmıştı. Leon kendisiyle gelmediği için Hilal'e bir kez olsun mektup göndermemiş aksine Hilal'in gönderdiği mektupları yakmıştı. Okumamıştı bile. Kırgındı. Fazlasıyla. Hilal de artık bu durumun farkına varmış ve haber verse bile umursanmayacağı için mektup yazmamıştı artık. Bırakmıştı. Belki de gönderip de tepkisizliğiyle yüzleşmektense hiç haber vermediği için kendisini suçlamayı tercih etti. Bilmiyordu.
O zamanlar sağolsun Mehmet sahip çıkmıştı ona. O haliyle kabullenmişti Hilal'i, ilk başlarda kızsa da. Sonrasında aniden nikah kıyılmış ve bir müddet sonra Hilal'in gebe olduğu insanlara söylenmişti. Azize bu durumdan şüphelenince evdekilere durumu anlatmak mecburiyetinde kalmıştı. Çok sert tepkiler gelmişti. Bunu zaten bekliyordu. Çocuğu hakkında insanlar kötü konuşmasın, ona yeterdi. Ailesini bile gözünden çıkarmıştı. İlk başlarda her şey zor olsa da Umut doğduktan sonra her şey yoluna dönmüş daha doğrusu herkes alışmıştı.
Mehmet'le aynı çatı aldında lakin ayrı odalarda geçen iki üç ayın sonunda şehit olmuştu. Bunun üzerine evine dönmüştü. Mehmet'in ölümünden bir ay sonra İzmir'deki bazı durumlar nedeniyle evlerinden taşınmış başka bir mahalleye yerleşmişlerdi. Kimsenin kendilerini tanımadığı bu mahallede ise herkes Hilal'e yalnız çocuk büyüttüğü için acıyarak ama gurur da duyarak bakıyor, yeni tanıdıkları kızı sahipleniyorlardı.
*****
"Umut! Peşinde koşturma beni! Zaten yorgunum! Ne yaparsan yap kurtulamayacaksın! Ye şu peyniri!"
"Anne ben yumurta istiyorum!"
"Oğlum az önce bitirdin ya!"
"Yine yap! Peynir yerine yumurta yiyeyim, hem benim istediğim olsun hem senin!"
"Olmaz! Peynir de yararlı! Sonra böyle cüce kalırsın!"
"En kötü senin boyunda olurum anne, üzülme!"
Annesinin sinirle kocaman açılan gözlerini gördükten sonra gelecek terliği anlamış ve yere eğilmişti. Küçük çocuk gülerken evdekiler de olanları kahkahalar eşliğinde izliyordu.
"Bak sana kıyamıyorum diye güvenme! Bir gün bilerek duvara atmam tam kafana atarım! Görürsün o zaman gününü!"
"Anne sen bana kıyamazsın ki!"
"Tecrübe et de gör!"
Yine içi cız etti. Alışamamıştı hala yokluğuna sanki. Bu durumu diğerleri fark etmesin diye konuşmaya devam edecekti ki Hasibe Hanım mutfaktan elinde bir tabakla çıkınca tüm bakışlar ona döndü.
"Bu sabah da yumurta yesin be kızım! Sonra yer peynir."
Umut, sevinçle Hasibe babaannesine koşarken de Hilal söyleniyordu. "Hep siz şımartıyorsunuz bu çocuğu!"
Annesinin söylenmelerini gülerek izleyen Umut, onu biraz daha sinirlendirmek adına tekrar Hasibe Hanım'a dönerek "Hasibe babaanne, yarın sabah bana patlıcanlı börek yapsana." diye sorunca tam da beklediği gibi Hilal kendisine doğru koşmaya başlamış, o da yukarıya kaçmış ve odasının kapısını kilitlemişti bile. Hilal sabır diledikten sonra tam yukarı çıkacaktı ki kapının çalmasıyla "İşimiz bitmedi küçük bey! Sizin yerinizde olsam saklanacak iyi bir delik arardım diyerek kapıya yönelmişti.
Kapıyı açınca karşısında gördüğü kişiyle donakalması bir olmuştu. Aynı anda kaç duyguya ev sahibi olabilirdi bir yürek? Sevinç, hasret, kırgınlık, kavuşma, huzur... Sevda... Önce bir rüya sandı, biteceğinden korkmasına rağmen gözlerini kırptı. Hala oradaydı. Değişmemişti pek. Saçı, bıyıkları... Aynıydı. Sadece üniformasına bir ya da iki yıldız daha eklenmişti. Fakat... Bakışları çok yabancıydı. Dışı aynı olsa da kalbi mi değişmişti yoksa adamın? O an yukarıdaki oğlu aklına gelince yutkundu tedirginlikle. Adamın gözlerinde bu bakışları gördükten sonra ona gerçekleri söyleyemezdi. İnsanlara söylediği yalanı söylemeyi düşündü. Nefretini göze almıştı. Gerçi anlaşılan nefreti için çabalamasına gerek yoktu ya! O bunları düşünürken kader ona gülüyordu anlaşılan. Bakışlarından farksız sesiyle konuştu adam.
"Çocuğumu benden daha ne kadar saklamayı düşünüyordun Hilal?!"
Taslakta vardı bu. Dedim bir dokunuş zaten yayımla gitsin😂 umarım beğenirsiniz😊