"Sen benim -nasıl söylesem bilmiyorum, her mukayese yetersiz geliyor- sen benim her şeyimdin, bütün hayatımdın. Her şey yalnız seninle ilişkisi ölçüsünde var oluyordu, benim varoluşumdaki her şey ancak seninle bağlantılı olduğu müddetçe anlam kazanıyordu."
Stefan Zweig-Bilinmeyen
Bir Kadının MektubuGenç kızın bir an gözleri gibi içi de parlamıştı. Sevdiği adam aylar sonra karşısındaydı. Önce abisi gitmişti sonra annesi ve kundaktaki kardeşini kaybetmişti. Sonrasında da hapse girmiş ve hayatı boyunca asla unutamayacağı çığlık seslerini işitmişti. Gördüğü işkencelerden çok bir milleti nasıl yıldırmaya çalıştıklarını en yakından görmek onu derbeder etmişti.
Hapisten çıkmış ve özgürlüğüne kavuştuğunu sanarken dışarıdaki insanlara yapılanları da görmüş daha çok bilenmişti düşmana karşı. Evine gittiğinde ise ablasının ve babaannesinin sefalet içindeki halini görmek onun daha çok canını yakmıştı.
Bu olanları gördükten sonra ilk işi hastanede tekrar hemşire olarak göreve başlamak olmuştu. Her hemşire önlüğünü giydiğinde aklına annesi gelse de gözyaşlarını içine akıtıyor ve işini yapıyordu. Daha bir hafta ancak olmuştu.
Ona nefes olan tek şey sevdiği adamdan gelenler mektuplardı. Mektuplarının her satırını artık ezberlemişti. Hapisten çıktığında büyük bir beklentiyle ablasına yeni mektup olup olmadığını sormuştu. Ablasından aldığı olumsuz yanıt ise onun nefesini kesmişti sanki. Ablasının da dediği gibi Leon ondan vazgeçti mi korkusu sarmıştı içini.
İki gün önce ablasıyla limanda tartışırken karşısında Leon'u bulmasıyla yeniden nefes almaya başlamıştı o an. Ama sevdiği adamın tekrar o kanlı üniformayı giydiğini görünce dumura uğramıştı. Üstüne bir de Leon'un gözlerinde ve tavırlarındaki soğukluk genç kızı mahvetmişti. Önce gözlerindeki parlaklık sonra da içinde alev almış umut ateşi sönüvermişti. Yeniden nefessiz kalmıştı Hilal. Unutmuş muydu Leon onu? Artık başka biri mi vardı hayatında? Sevmiyor muydu artık onu? Ya da her şey yalan mıydı? Zihninde dolanan bu sorular yüzünden aklını kaybedecek gibi oluyordu.
Bu yüzden kendini işlerine vermişti ve hastaneden çıkmıyordu. Leon'u da görmemişti o günden beri. Görmeye de korkuyordu açıkçası. Onu içten içe kemiren soruların yanıtını görmek korkutuyordu onu. Umudunu kaybetmekten korkuyordu. Zira umudunu kaybeden her şeyini kaybederdi. Gerçi elinde artık ablası ve babaannesinden başka ne kalmıştı ki? Vatan da elden gidiyordu. Hilal vatanın kurtuluşu ile ilgilini asla ümidini yitirmyecekti gerçi. Bu hafife alınacak bir şey de değildi. Makineyi bir an önce tamir etmeli ve Halit İkbal olarak vazifesinin başında yerini almalıydı. İnsanların da içindeki kıvılcımı harlamalıydı.
Bu gece de geç saatlere kadar çalışmıştı Hilal. Hava çoktan kararmıştı. Türk mahalleleri tenhalaşmıştı lakin Kordon'da hayat daha yeni başlıyor gibiydi. Türkler bu kadar kan ağlarken diğerlerinin kahkahalarını işitmek ağrına gitmişti Hilal'in. Ama askerlerin yaptığı işkencelerden herkesi sorumlu tutamayacağının da farkındaydı genç kız.
Adımlarını hızlandırdı. Eve erken varmak istiyordu çünkü yorulmuştu bugün. Tam sinema binasını geçmişken karşısında gördüğü kişilerle kalbine bir kurşun yemiş gibi hissetmişti. Leon ve koluna girmiş alımlı bir bayan. Gülüşerek geliyorlardı ona doğru. Olduğu yere çivilenmişti sanki Hilal. Doğrumuş demek ki ablasının sözleri. Boşu boşuna kendini yiyip bitirmiyormuş günlerdir. Leon unutmuştu kendisini. Başkası vardı artık hayatında. Hem de gayet güzel bir kadındı.
O sırada karşıdan ona doğru yaklaşmakta olan Leon da fark etmişti Hilal'i. Gülümsemesi aniden sönmüştü ve ifadesiz bir yüzle ona doğru yaklaşıyordu. Gözlerini Leon'un gözlerinden ayırmadı Hilal. Bir duygu arıyordu orada. Lakin bulamıyordu. Leon kolundaki hanımla beraber sanki kendisi hiç yokmuş gibi yanından geçip gitmişti. Geçen gün limanda yaptığı gibi omzuna çarpmayı ihmal etmemişti.