KATRAN KOKAN CENNET
- BİLİNMEYEN -
Gökyüzünün kararmaya başladığını fark ettiğimde av için yanıma aldığım malzemeleri toplayıp sarı, balıkçı çantama yükledim. Düzenli balık avımın vazgeçilmezini ise sona saklayıp eşyaların en üstündeki yerine yerleştirdim.
Balık sevmememe rağmen haftada bir mutlaka balığa çıkar ve tuttuğum balıkları kasabanın küçük balıkçı dükkânlarına satardım. Hayatımı devam ettireceğim paranın bir kısmını buradan sağlardım. Bu çok küçük bir kısımdı tabii ki. Emekli babamın emekli maaşını da ben alıyordum. Kendisi paraya ihtiyaç duymadığı bir dünyada yaşadığını söyler dururdu. Emekli maaşı ise tüm bu harcamaların üçte birini karşılıyordu. Geri kalan üçte birlik kısım ise kasabadan ayrılıp şehre gittiğim zamanlarda gözüme kestirdiğim hoş bayanların ve erkeklerin birer fotoğrafını çekip evimden yaklaşık beş kilometre uzaklıktaki ormanın içindeki kasabaya hiç mi hiç uymayan şaşaalı evde yaşayan bir adama götürüyordum ve karşılığında da para alıyordum -ki bu üçte birlik kısım-. Adamı daha önce hiç görmemiştim. Korumalarla dolu bir evi vardı. Sanırım ormandan bir boz ayının çıkıp evine saldırmasını bekliyordu. Ona fotoğrafları götürüyor fakat onu hiç görmüyordum. Adamın ne tür bir şeyler istediğini de anlamıyordum. Götürdüğüm her fotoğraf birbirinden farklıydı. Sarışın bayanlar, kıvırcık saçlı ve esmer, balıketliler, -erkeklerin tam olarak neyden hoşlandığını bilmiyordum- , ince bacaklılar. Bunların hepsi erkek arkadaşlarımdan aldığım tavsiyelerdi. Ben kadın seçmek için yaratılmış, erkek bedenindeki biri değildim. O bedende olmam bu anlama gelmiyor. İspanyol ve yirmilik kızlar benim de hoşuma gidiyor olabilir çünkü gerçekten güzeller. Ve genellikle kendi tarzım olan hafif kumral, kısa saç kesimi olan erkekler. Adam bir kere bile bana tam olarak şu dememişken, ben sokaklarda millete çaktırmadan fotoğraf çekiyordum. Bir kere bile bir fotoğrafı bilerek çekmedim. Yaptığım, fotoğraf çekmek ve 150 Amerikan Dolarını almaktı. Az para değildi. Çok para da değildi.
Oturduğum ev, gölün kenarındaki iki katlı ve geniş bahçesinde kamelyası olan ev, büyük annemden bana kalmıştı. Bırakabileceği tek şeyin bahçeli bir ev olması cidden harikaydı. Kira ödeme derdim yoktu. Elektrik ve suyu, tek başıma yaşadığım için balıktan aldığım parayla açık tutmaya yetirtiyordum. Babamın emekli maaşı ise genellikle çektiğim fotoğrafları atölyemde temizlemeye ve beslenme ihtiyaçlarıma gidiyordu. Bir de son zamanlarda benimle birlikten olan köpeğim için. Siyahi birini andıran, koyu tüyleri vardı. Göz çevresi ve ayak patilerine inen kısımlarda ise süt beyazı ince tüyler... Yalnızca altı aydır benimleydi. Büyük annemin ölümünden üç ay sonradan itibaren. Ona bakmaktan üşenmemiştim.
Çantayı sırtıma takıp -sarı en nefret ettiğim renktir. Rağmen, denize ya da şimdi de olduğu gibi balık tutmaya giderken tercihim bu çantaydı. - Ekim ayının hafif melteminde sandalı kıyıya doğru kürekledim. Sallanan sandaldan kıyıya atladım. Kara ve su; birbirinden apayrı iki dünya. Deniz imkânsızın uzantısında, göl ise bu uzantının sınırlı bir kolu. Kendini bu kolda da ayrı bir özgür hissediyor insan. Bağlılık olmadan yada bağlılığı hissetmeden yapılan beş dakikalık bir yolculuk bile farklı hissettiriyor. Özel hissettiriyor.
Deniz benim evim gibi. Göl ise evimin bodrum katı. Ki ben bodrum katlarını severim. Yalnızlığı ve durgunluğu hatırlatır. Karanlığı ve huzuru. Huzur ve yalnızlık benim özüm olurken, belki de anne rahmini; geldiğim yeri, kökeni.
İçimdeki deli karanlığın bir eseriydi bodrumlar.
Gölün küçük iskelesinde ilerleyip evimin yolu olan sol tarafı ağaçlık alanda yürüyordum. Birkaç dakika uzaklıktaydı ev ve göle sıfır sayılırdı. İki katlı ahşap bina dışarıdan korku filmlerinde kullanılan evleri anımsatırdı. Eve giden çayırlık yolda eksik olan tek şey bir tabela ya da ileride samandan yapılmış, kargaları kaçırmaya yaraması için konulması gereken -ki burası tarla değil- bir korkuluk. Belki. Yürümeye devam ettim. Yaklaştıkça büyüyen evime baktım. Bahçedeki kamelyaya, sonra da arkasında duran küçük kırmızı köpek kulübesine. Her ne kadar evin içinde benimle yaşasa da bir kulübeye ihtiyacı olabilir diye düşündüm. Ona isim verirken de zorlanmıştım. En az bir ay isimsizdi. Fakat sonunda Cowboy'da karar kılmıştım. Cowboy'u aradı gözlerim. Normalde, çoktan ayağıma dolanır ya da elimdeki balık kovalarına burnunu sokardı. Yoktu. Kapının eşiğine geldiğimde elimdeki tek kovayı ve sarı çantayı yere bıraktım. Evin etrafında birkaç tur attım. Kamelyanın arka tarafında kalan ormanlık alanda gidebileceğim en ileri mesafeye gittim. Ve sonra döndüm.
Yoktu.
Onun yalnızca bir köpek olduğu aniden geldiği gibi aniden gidebileceği fikrini-düşüncesini beynime yerleştirdim. Ama onsuzluk biraz garip geldi. Yalnızım ve belki de bu yüzden bir şeylere çok bağlanıyorum; Bir filme, bir kitaba belki de bir köpeğe...
"Gider,
Gelen herkes,
Elbet bir gün gider.
Bağlandığın kişi,
Nefesin olan kişi,
Sevdiğin herkes,
Gider."
Kimse sonuna kadar bana bağlanmayacaktı. Kimse kalmayacaktı. Kimse kalmazdı.
Fakat onun gitmeyeceğini bilmiyordu. O adam, kendisini deli gibi seven adamın onu terk etmeyeceğini bilmiyordu. Onunla karşılamasına az kaldığını, koyu teninde aşkı bulacağını, mutlu olacağını ve gitmeyeceğini bilmiyordu. Hayatına her şey normalmiş gibi devam ediyordu. Göle gidiyor, balık tutuyor, köpeğini besliyordu. Oysa bugün normal bir gün değildi. Bu gün onun hayatının dönencesiydi. 13 Ekim 2013'ün dönencesi olduğunu bilmiyordu.
- TANITIM -
- KATRAN KOKAN CENNET - MERT A. AKCAN -
- HİKAYE İKİ BÖLÜM ŞEKLİNDE YAYIMLANACAKTIR. TAKİPTE KALIN -
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KATRAN KOKAN CENNET
Short Story"Öptüm. Haddime değilken, dudaklarını tattım. Kim bilir ne büyük cezası vardır o dudakları öpmenin? Ama yanmayı da göze aldım. Şimdi Adem'im. Cennet'inden kovma beni." -2 bölümlük kısa hikayedir, devamı yoktur.- Mert A. Akcan 2015