Stephen Wong ile konuşmaya gittiğinde Elizabeth de etrafta gezinmeye karar verdi. Tapınakta gezintiye çıkmadan önce kendisine verilen odaya bir göz atmıştı. Sade bir odaydı. İçeride sadece tek kişilik bir yatak ve rafları dolu olan bir kitaplık vardı. Kitaplara göz ucuyla baktığında hepsinin eski olduğunu gördü. Ciltleri de deri gibi duruyordu. Anlaşılan bunlar büyücülük ile ilgili kitaplardı. Üzerindeki ceketi yatağın üzerine bıraktıktan sonra odadan çıktı ve koridorda yürümeye başladı. Duvarlarda resimler asılıydı ve hepsi de Liz'in hoşuna gitmişti. Çiçekler arasında duran sarı kıyafetli ve saçları olmayan bir kadının olduğu fotoğraf dikkatini çekmişti. Bir adım daha yaklaştı ve tabloyu incelemeye başladı. Kırmızı güller ve diğer canlı renklere sahip çiçeklerin arasında sarı kıyafetiyle dikkat çekiyordu. Ten rengi hayatında hiç görmediği kadar beyaz bir renge sahipti ve güzel bir yüzü vardı. Elizabeth bu tabloya bakarken içinin huzurla dolduğunu hissetti. Yüzünde de bir gülümseme oluşmuştu. Bir iki saniye daha baktıktan sonra tablodan ayrıldı ve yoluna devam etti. Koridor o kadar uzundu ki yürüye yürüye yorulmuştu.
"Acaba sonsuzluk koridoru falan mı? Gerçi öyle bir şey var mı bilmiyorum..." kendi kendine konuşurken koridorun sonunda bir kapı gördü ve adımlarını oraya yönlendirdi. Kapı bahçe olduğunu tahmin ettiği yere açılıyordu. Dışarı adımını atar atmaz burnuna dolan çiçek kokusuyla gülümsedi.
"Bahar buraya erken gelmiş anlaşılan."
New York hala kış mevsimini yaşıyordu. Kar yağışı durmuştu belki ama yağmur ve rüzgar hala devam ediyordu. Hayatında hiç bu kadar kırmızı güller gördüğünü hatırlamıyordu. Taşlarla bezenmiş yoldan çıktı ve kendisini güllerin arasına attı. Hepsine özenle bakıldığı belliydi. Anlaşılan buradakiler gülleri seviyordu. Yavaş adımlarla yürürken kenarda duran bir gül gördü. Birisi onu koparıp atmış gibi görünüyordu. Oraya gidip eğildi ve gülü yerden aldı.
"Seni kim koparıp yere atabildi ki?" Pembe ve kırmızının mükemmel bir şekilde harmanlanmış olduğu gülü burnuna götürdü ve kokusunu içine çekti. Madem koparılmıştı o da yanına alacaktı. Dikeni olmadığına emin olduktan sonra gülü kulağının arkasına sıkıştırdı.
"Quand il me prend dans ses bras(Ben onun kollarındayken)
İl me parle tout bas(Kulağıma fısıldadığında)
Je vois la vie en rose(Hayatı pembe görüyorum)
İl me dit des mots d'amour(Bana aşk sözcükleri söylüyor)
Des mots de tous les jours(Her günkü gibi)
Et ça me fait quelque chose(Bana bir şeyler oluyor)"
En sevdiği şarkılardan birini mırıldanırken gözlerini kapatmış ve güzel kokuyu içine çeker bir şekilde etrafında dönmeye başlamıştı. Onu dinleyen birileri varsa kesin yüzlerinde bir gülümseme oluşmuştur. Fransızcası gayet iyi olan bu kadın insanın içine işleyen sesiyle ve mükemmel aksanıyla şarkı söylerken gülümsememek mümkün değil çünkü. Elizabeth bir büyücü olmayabilir ama bu şekilde kolayca birilerini büyüleyebilir. Şarkıyı söylemeyi bitirdiğinde bahçenin farklı bir bölümüne geçmişti. Bu bölümde uzun, taştan bir yol vardı ve etrafı tuhaf heykellerle doluydu. Yol boyu yürürken gördüğü heykelle kahkahasını tutamadı. Kafasının üstünde duran komik bıyıklı bir adamın heykeliydi. Bıyıkları o kadar uzundu ki onlarla ip bile atlanabilirdi. Gülerek heykele yaklaştı ve elini uzattı.
"Bu şekilde meditasyon yapılmadığına eminim uzun bıyıklı adam. Tanrım, şu bıyıklara da bak! Doğduğundan beri hiç tıraş olmadın mı sen?" Elini heykelin bıyığına değdirecekti ki duyduğu ses buna engel oldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Vertigo(Doctor Strange)
Fanfiction(Hikaye Türkçe'dir.) "Doctor Stretch?" "It's Strange." - "Hey Stretch!" "It's Strange, okay? Strange!" - "I love you Stretch." "I love you too but please... It's fucking Strange!" Kapak için @4everavengers'a teşekkürler ❤