SICAK

297 12 2
                                    

  Her sabah yaptığım gibi kayamın üzerine oturmuş şarkı söylüyor, bir yandan da tuzlu suyun etkisi ile keçeye dönüşmüş, sarı saçlarımı ellerimle düzeltiyordum. Görünürde ne bir gemi ne de bir sal vardı, ancak ben genede söylemeye devam ediyordum. Çünkü benim sesim ablalarımın aksine gözümün göremediği uzaklıklara dahi ulaşıp oradaki gemileri sularımıza çekebiliyordu, hatta öleceklerini bile bile beni dinlemek için Akdeniz'e gelen insanların sayısı da az değildi. Halbuki sesim çok sıradan gelir bana, ablalarımın da aynısına sahip olduğu alelade bir ses. Sahi insanoğlunun derdi nedir canlarıyla? Öleceklerini bile bile neden gemiler yaparlar? Neden gelirler Akdeniz'e, buraya gelenin geri dönemediğini bildikleri halde?

Ben bunları düşünürken 4 tane kocaman, beyaz yelkeni, eşsiz işlemelere sahip bir gövdesi olan devasa bir gemi ufukta göründü. Geminin ihtişamı bu uzaklıktan dahi fark ediliyordu. İnsanoğlunun aptal ama çokta yetenekli bir ırk olduğunu kabul etmemek imkansız.  Gemi rüzgar ile dolan yelkenleri ile hızla yaklaşmaktaydı, o yaklaştıkça gümüş ve altın kaplanarak yapılmış gemi başını fark ettim. Gemi başı altın ve gümüş kaplanarak yapılmış bir sirendi. Gümüş bedeninin üzerinde altından saçları muhteşem görünüyordu, saçlarının bir kısmı çıplak göğüslerini kapatacak şekilde omuzlarında  aşağı dökülmüş, geri kalanı ise geminin hızından uçuşurcasına dağılmış şekilde yapılmıştı, heykelin zarif kollarından biri göğüslerine düşen saçları sabit tutmaya çalışıyor, diğer eliyse dağılmış saçlarını düzene sokmaya çalışıyormuş gibi tasarlanmıştı.Ama heykelin en dikkat çekici özelliği saf mercandan yapılma mavi gözleriydi. Mercanın öyle muhteşem bir rengi vardı ki tüm Akdeniz'i arasak böyle bir cevheri zor bulurduk. Heykel o kadar gerçekçiydi ki adeta gerçek bir siren geminin önünde oturuyormuş gibi görünüyordu.

Ben farkında olmadan gemi yaklaşmıştı, yavaş yavaş kaçmalıydım artık ama yapamıyordum. Gemi başı gibi taş kesmiştim sanki. Tehlikeli olmaya başlamıştı durum, gemi kıyıya yakın bir yerde demir atmış, geminin tayfası sallara doluşmuş, benim üstünde şarkı söylediğim kayaya doğru kürek çekmeye başlamıştı.

!Titreme!

Korkmaya başlamıştım, o kadar çok titriyordum ki kıpırdayamıyordum, değil kaçmak başımı çevirip bana doğru gelen sallara bile bakamıyordum cesaret edip. Gözlerim yanıyor, görüşüm bulanıklaşmaya başlıyordu. Neydi bu gözlerimden akan sıcak, tuzlu su? Yüzyıllar uzunluğundaki ömrüm boyunca böyle bir şey başıma gelmemişti. Ablalarım da anlatmamıştı bu sıcak suyu bana.

Ben gözümden akan sıcak suyla kör olmuşken bir çığlık yükseldi salların yaklaştığı taraftan. Bir cesaretle geminin bulunduğu tarafa döndüm. En büyük ablalarımdan birkaçı sallara yaklaşmıştı, ancak bir terslik vardı. Ablalarımın saldırıları denizcilere ulaşamıyordu. Ne zaman saldırsalar metal borulardan çıkan ateşle su altına kaçıyorlardı. Metal borudan nasıl çıkıyordu o ateş ? Yoksa gemilerdeki koca topların küçüğünü mü yapmışlardı ? İnsanoğlu çok korkunç! Ablalarım denizcilere yaklaştıkça minik toplar alev alıyordu. Kaçmalıydım! ama kuyruğum hareket etmiyordu. Tam suya atlayacakken en büyük ablamın çığlığı ile irkildim. O tarafa baktığımda ablamın suyun üzerinde boylu boyunca yattığını, göğsündeki delikten inci beyazı renginde, parlak bir sıvının akıp denize karıştığını gördüm.

''Ambrosia''

Babamız Poseidon'un elleriyle yaptığı boş bedenlerimize can vermek için bedenlerimizi doldurduğu, damarlarımızda dolaşan ilahi içki.

Tek damlasının bir insanı ölümsüzlüğe kavuşturabileceği söylenmişti bize.Bu da bizi insanlar için av haline getiriyordu. Ancak ölümsüzlüğü kazanabilmeleri için içtikleri ambrosianın tamamen saf olması gerekiyordu, yani suyun içinde öldürülen sirenlerin ambrosiaları ölümsüzlük sağlamıyor, aksine ölümcül hastalıklara neden oluyordu. İnsanların ölümsüz olabilmesi için ambrosiayı doğrudan kaynaktan kadehe boşaltmaları lazımdı, bu da bize yaklaşmalarını gerektiriyordu. Ancak yüzyıllardır hiçbir insan bir sireni yakalayamamıştı. Şayet birimiz tuzağa yakalanırsak diğerleri onu kurtarmak için yüzüyorlardı. Zaten karaya çıkarılsak ta kuyruğumuz tamamen kuruduğunda bir çift bacağa dönüşüyordu (bunun nedeni hepimizin topraktan yapılmış olmasıydı, bu sayede bacaklarımız ortaya çıktığında hareket etmekte zorlanmıyor, sudaki gibi karada da rahatça hareket edebiliyorduk.) 

Ablamın cansız bedeni yavaş yavaş suyun yüzeyinden kaybolurken demir borusu ile ablamı öldüren denizciye döndüm.

Donup kaldım!

Gözleri eflatun-griydi. Teni güneş altında bronz rengi almıştı, uzun sarı saçları sol gözünü kapatıyordu. Vücudunun üst tarafı çıplaktı, altında ise dizinden aşağısı lime lime olmuş gri bir pantolon vardı. Ben ona bakarken o salın önüne doğru gelmiş, elindeki demir, ateşli borunun ucunu bana doğrultmuştu. Yoksa ablam gibi benide mi öldürecekti?

Tek dizi üzerine çökmüş, demir boruyu gözleri hizasına getirmişti. Artık hiç şansım kalmamıştı  bende ablam gibi ölecektim!!

Gözlerimi sımsıkı kapatıp ellerimi göğsümün üzerinde birleştirdim. Ölümün gelmesini bekliyordum artık.

Hiçbirşey olmadı. 

Tek gözümü hafifçe açıp yakışıklı denizciye baktım. Ayağa kalkmış, elindeki metal boruyu indirmişti.

Bana bakıyor!!

Orada, salın ucunda durmuş beni izliyordu. Biçimli yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Dolgun dudakları afif aralıktı.

!!!Sıcak!!!

Gözlerimiz buluştu. Adeta tüm bedenimi ateş kaplamıştı, kuyruğumdaki pulları dökebilecek kadar sıcak. Yüzüm, yüzüm sanki zehirli bir deniz anası yüzüme yapışmış gibi yanıyordu. Deniz anası yoktu ama denizcinin eflatun-gri keskin bakışları da deniz anasının zehri kadar yakıcıydı.

Sal oturduğum kayaya vardı. Denizci elini uzatsa bana dokunabilirdi artık. Bu ihtimali düşündükçe vücudum daha da çok yanıyordu. Ama elini uzatmadı.

Yanıma, kayaya çıkıp tepesine oturdu. Gülümsüyordu.

Ne kadar güzel bir yüz. Olimpostan mı inmişti yoksa? Amcam Zeus'un çocuklarından biridir belki? Ama değildi. Konuşmaya başladı. Görüntüsü kadar sesi de mükemmeldi. Ama onu anlamıyordum. Hangi dilde konuşyordu? Bu dil bana öğretilmemişti. Ama susmasını istemiyordum, aksine sonsuza kadar dinleyebilirdim bu muhteşem sesi. Uzun bir süre anlattı bu sırada kıpırdamadan dinledim onu. arada bir konuşmayı kesip bana bakıyor. meraklı gözlerle onu izlediğimi görüp gülümsüyor sonra da konuşmaya devam ediyordu. Bu sırada ablalarımın tamamı su yüzüne çıkmış, etrafımızda geniş bir halka oluşturup saldırı pozisyonu almışlardı. Ama umurumda dahi değildi asla kıpırdamayacaktım. Taki  yakışıklı denizci ve arkadaşları bu suları terkedene kadar. Bana yaklaştı. Konuşmaya devam ediyordu. Yanıma oturup saçlarıma ve ellerime dokundu. Bir parça saçımı avcunun içine aldı ve oynamaya. parmağında döndürmeye başladı.

Öptü!! 

Saçımın elinde duran tutamının ucuna bir öpücük kondurdu. Yüzüm o kadar sıcaktı ki artık kıpkırmızı göründüğümden emindim. Saçımı zarifçe göğsümün üzerine bıraktı. O Da benim gibi kızarmıştı. Bana bakmadan elleriyle oynuyor, sıkça nefes alıp veriyordu. Uzunca bir süre öylece oturduk. Bir süre sonra saldaki diğer denizcilerden biri yanımda oturan yakışıklı denizciye anlamadığım dilden birşeler söyledi. Buna karşılık yanımdaki denizci de birşeyler söyleyip ayağa kalktı. Gideceklerdi, koca gemiye binip yelken açacak, benden ve Akdeniz'den uzaklaşacaktı.

Yanımda ayakta duruyor ama gitmiyordu. Yoksa bana birşey mi söyleyecekti? Halbuki boşunaydı, çünkü anlamıyordum konuştuğu dili. Gözlerim tekrar yanmaya başlamıştı, o tuzlu sıcak su yavaşça gözlerime doluyor, görüşümü bulanıklaştırıyordu.

Elini uzattı. Ne yapıyordu? Ben ne yapmalıydım? Eli boştu, benim elimde de ona verebileceğim herhangi bir şey yoktu. Gözlerini gözlerime çevirdi. Öylece duruyorduk. Ben hareket etmedikçe yüzü daha da kızarıyor, yakışıklı yüzü çok şirin bir hal alıyordu. Ani bir kararla elimi onun bana uzattığı elinin üzerine koydum. İkimizin de yüzü kıpkırmızıydı. Uzattığım eli hafifçe sıkıp şekilli dudaklarıyla hafifçe öptü.

Siren'in ŞarkısıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin